İnsan İnsana Mecburdur!
Tanınma kuramcılarından Axel Honeth yıllar önce, günümüzde korona salgının yol açtığı toplumsal mesafe günlerinde yaşadıklarımızı özetlercesine şu saptamayı yapmıştı:
“Uzunca bir süre insanca bir göz temasından uzak yaşamak zorunda kalırsanız, kendi düşüncelerinize olan güveni kaybettiğinizi görürsünüz.”
Hegel’den yola çıkan Honeth, bu saptamayla bize, insanın kendisine giden yolun başkalarından geçtiğini hatırlatıyor.
İnsan, başkaları olmadan kendisi olamaz. Bu yaklaşım, insanın başkaları tarafından tanınmaya/onanmaya gereksinim duyduğunu, başka türlü var olamayacağı anlayışından hareketle, insanın sürekli olarak tanınma arayışı içinde olduğuna işaret eder. Böyle olunca da başkalarının ne düşündüğü, bizde ne gördüğü varoluşsal bir boyut kazanır.
Bu durum, Aristototelis’in dediği gibi, insanın “toplumsal bir hayvan” olmasından kaynaklanıyor. Yaralanabilir varlıklar olarak insanlar varlıklarını tek başlarını sürdüremezler, ancak eşit oldukları bir bütünün parçası oldukları zaman hayatta kalabilirler.
İnsanın toplum oluşturucu bir varlık olması bundandır.
Ortak noktaları yaralanabilir olmaları ve tanınmaya ihtiyaç duymaları olan bireylerin elbette farklı çıkarları vardır. Ayrıca, üstün olma, başkalarını sömürme veya hükmetme gibi eğilimler de söz konusudur. Politika zaten bu çoğulluktan türer. Çoğulluğu ortadan kaldırdığınızda politika da son bulur ki, diktatörlükler çoğu zaman bunu yaparlar.
Fakat demokratik politikadan uzaklaşmanın başka (liberal) biçimleri de var: “Benim” veya “bizim” kadar “başkalarının” veya “onların” da yaralanabilir varlıklar olduğu unutulduğu zaman!
Kendi acımda boğulup başkasının acısını göremediğim zaman!
Yaralanabilirim korkusuyla sınırlar çizdiğim ve “ötekileri” dışarıda bıraktığım zaman!
Başkalarının başına gelen haksızlıklara vicdanımı kapattığım zaman!
Belki, evrensel bir insanlıktan veya insanlığın evrensel dayanışmasından kolaylıkla söz edemiyoruz. Ne de dinlerin “komşunu sev” veya “insanı yaratandan ötürü sev” türünden metafizik öğretiler içinde kalarak dünyevi bir dayanışma duygusu geliştirmek istiyoruz.
Post-metafizik bir insanlık algısı ve dayanışma arıyorsak, bunu ortak kimlikte, aşinalıkta değil, ortak deneyimde bulabiliriz.
Ve ortak deneyimin temelinde insanın yaralanabilir bir varlık olduğu gerçeği vardır.
Ben, sen o, herkes yaralanabilirdir…
Bu yüzden, eğer acıya ve haksızlığa karşı duyarlıysam, yüzünü hiç görmediğim insanlarla duygudaşlık yapabilirim, uğradıkları haksızlıklara baş kaldırabilirim.
İşte tam da bu yüzden, duygudaşlık, diğerkamlık ve empati demokratik siyasetin temel hasletlerindendir.
Acıya ve haksızlığa karşı duyarsız bir siyaset, ne içeride toplumsal iyi arayışına, ne de evrensel dayanışmaya yönelebilir.
Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, “öteki” dediğimiz kimse olmadan kendimiz olamayız.
Çünkü özne, özneler arası ilişki, bağ ve bağlantılarla kurulur.
Varlığım, başkalarının varlığında ortaya çıkar.
Ben kendi hikayemi ancak öteki ile ilişkilenerek anlatabilirim.
Ötekinin yokluğunda kendime olan özgüvenimi kaybetmem bundandır.
Sadece özgüvenimi değil, kendimi de kaybederim…
Ve “ötekim” ne kadar geniş, ne kadar sınırsızsa, o kadar çoğum, o kadar zengin!
Vicdanımı, bilincimi ve aklımı sadece ailem, mahallem, ulusum ve vb. gibi “aşina-ötekilerle” sınırlarsam, buradan ancak fakir bir yaşam öyküsü çıkar…
İnsan İnsana Mecburdur!
Burası Kıbrıs. Kırık dökük bir yer!
Paramparça ve parçalarını bir türlü toplayamıyor, bir araya getiremiyor.
Tarihin altından çok sular aktı: Savaşlar, çatışmalar, bölünmüşlükler geldi geçti.
Ama burası hep aynı.
Bazı şeyler hiç değişmiyor.
Ne Berlin Duvarının yıkılışı, ne reel-sosyalizmin çöküşü, ne globalleşme, ne neo-liberalizmin yarattığı sefalet, ne çevre kirliliği, ne iklim sorunu, ne ozon deliği, ne küremizin ısınması…
Bunların hiçbiri burada sapasağlam yerinde duran bölücü tel örgüleri yerinden edemiyor.
Ve hatta korona salgını karşısında bile “bana mısın” demiyor tel örgüler!
Tarihsel nefsimizin derinliklerinden gelen ve benliğimizi bütünüyle kuşatan acıtıcı bir acizlik içinde bakıyoruz bölünmüş coğrafyamıza…
Her tarafta ara-bölgeler, ölü-bölgeler, kimsesiz bölgeler…
Durmadan bu bölgelere toslayıp, bir yarısına düşüyoruz coğrafyanın.
Tel örgülerle kapalı geçit noktalarında korono mağduru işçiler bekliyor, kime ne?
Öğrenciler sınav sıralarına giremiyor, bir gelecek, bir barikata tosluyor…
Kime ne, “yanlış bölgede” ölenden?
Kime ne, göz göze gelişimiz yasaklanmışsa? Birbirimizin yüzüne zaten bakmıyoruz, değil mi?
Korona gülerinde bir merhabaya 28 gün ceza biçilir buralarda…
Bir bölgeden diğerine gidebiliyorsanız şayet, 14 gün karantinada kalacaksınız.
Geri dönüşünüzde 14 gün daha…
Ve bölge dediğimiz ne Alaska’dır, ne de Sibirya.
Topu topu birkaç dönümlük bir yer ve sağlam bir ayaktan çıkan top denize düşer!
Sorun tam da burada galiba: Sadece bir yer!
Ne yurt, ne memleket, ne ülke!
Ne yurttaşlık, ne de memleketdaşlık duygusu!
Sanki tesadüfen toplanmış insan yığınları!
Burası Kıbrıs. Kırık dökük bir yer!