“Ağaç Katline” Karşı “Baba Katli” Mi?
Geleneksel toplumlarda ataerkil yapı birbiriyle bağlantılı olan üç “baba” figürüne dayanıyordu. Aile Babası, devletin Babası olan Kral ve “Babaların Babası” Tanrı. Aydınlanma üç “baba” figürünü de altüst etti. Sekülerleşen/dünyevileşen modern dünyada bir yandan her şeye hakim olan Tanrı’nın varlığı sorgulanırken, diğer yandan da yeryüzündeki temsilcilerinin siyasi varlığına son verildi. Egemenlik kraldan alınarak halka devredildi. Siyasi ataerkilliğe karşı ilk eleştiriye 1681 yılında İngiltere’de yazılan bir metinde rastlıyoruz. İngiliz polisi tarafından ele geçirilen metin “Marbus Gallicus” başlığını taşıyordu. Yani, “frengi” hastalığı anlamına gelen “Frenk Hastalığı”. Gelgelelim metnin “frengi” ile hiç bir ilgisi yoktu. Bu başlık sadece bir kamuflajdı. Metnin esas derdi Fransa’da yaygın olan ataerkil mutlakıyetçilikti ve yazarı da ünlü John Locke’tu. John Locke siyasi ataerkilliğin sözcülüğünü yapanlara “neden bir insan büyük kardeşinin yönetimine tabi olsun ki,” diye soruyor ve “insanlar nasıl bir yönetim istediklerine kendileri karar vermelidir” diyordu. John Locke siyasi ataerkil yapının yerine insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları bir yönetim biçimini gündeme getirerek, “toplumsal sözleşme” tezini öneriyordu. Yıllar sonra İmmanuel Kant “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümetin düşünülebilecek en büyük despotizm” olduğunu ileri sürecekti. John Lock’un yazdıklarından bir asır sonra Fransız İhtilalı siyasi ataerkil yapıyı yıkarak onun yerine “kardeşliğe” dayalı cumhuriyet düzenini kurdu. Burada söz konusu olan kardeşler babalarını “katleden” erkek yurttaşlardan ya da babalarını “katlederek” yurttaş olan erkeklerden başkası değildi. Onlar bir anlamda “baba katiliydi”. Monarşiye son vermişlerdi. Bu yüzden de “babasız” kardeşlerdi. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi, “kendi kendilerini yaratan, ya da devrimin yarattığı babasız kardeşler…”
Türkiye’de “baba” figürünün hiç bir zaman “katledilmediğini” söyleyebiliriz. Siyasi ataerkillik bütün modernleşme çabalarına rağmen güçlü biçimde devam ediyor. Bu yüzden de çocuklar toplumsal bir sözleşme etrafında bir araya gelen özgür yurttaşlar olamadılar. İster Kemalist cenahta, isterse Muhafazakar cenahta olsun, “özgür yurttaş” kavramına pek rastlanılmaz. Her iki akım da “tebaasını iradesiz çocuklar gibi pasif davranmaya zorlayan baba-hükümet” anlayışına sahiptir. Muhafazakârlığın temelinde zaten güçlü bir ataerkil yapının olduğuna şüphe yoktur. Muhafazakârlar “baba” figürünün korunmasını isterler. Çünkü babalar “düzeni” sağlarlar ve muhafazakârlık için “düzen” özgürlükten önce gelir. Özgürlük sadece geleneği sürdürmek için talep edilir ve bununla sınırlı tutulur. Gelenek ise “düzen” içinde korunur. Kemalizm, radikal modernleşmeci bir akım olarak sosyal mühendislik uygulayıp “Geleneğe” karşı bir tür “Kültür-Savaşı” başlatmış olmasına karşın, Devlet ve Otorite anlayışı açısında son derece muhafazakârdır. Kemalist modernleşme saltanata son verdi ama onun yerine güçlü bir siyasi ataerkil yapı kurdu. Devletin kurucusu kendisine “Türklerin Atası” adını verdi. Kurduğu düzende de yurttaşlara “hür yurttaş” değil, olgun olmayan çocuk muamelesi yapıla geldi. Muktedir elitler kendilerini “koruyucu hami” olarak konumlandırırken, halk da toplum mühendisliğine tabi tutularak bir anlamda bir tür “iç sömürgeye” dönüştürüldü. AKP bu çemberi kıran ilk muhafazakâr hareket oldu. Pragmatist açılımlar sergileyen ve Türkiye’nin AB üyeliğini ön plana çıkaran AKP, dış konjonktürün de yardımıyla elini iyice güçlendirdi ve 2007 yılından sonra Askeri Vesayeti kırmaya başladı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Fakat AKP’nin “Geleneği” ihya etmek adına takındığı tavırlara baktığımız zaman, ataerkil yapıyı ve yasaklayıcı ve yönlendirici baba figürünü aynen koruduğunu görürüz. Kemalist Modernleşme Osmanlı/İslam geleneğini “Öteki” olarak kurgularken, AKP, Kemalist radikalliğin doruk noktaya ulaştığı Tek-Parti dönemini “Öteki” olarak kurguluyor. Adalet ve Kalkınma Partisi, “Adalet”ten “İslam’a dayalı Milli Kültür” ve “Milli İradeyi” anlarken, kalkınmadan da Neo-Liberal ekonomik hamleleri anlıyor. “Dindar Kuşaklar” yetiştirmeye yönelirken tam bir toplum mühendisliği uyguluyor ve etik/ahlak dayatmaya kalkıyor. Güçlü ve otoriter devlet anlayışına ise en az Kemalistler kadar bağlıdır. Kısacası, günümüzün Post-Kemalist Türkiye’sinde “Elitist-Laik-Otoriter Düzen” sona erdi ama onun yerine “Muhafazakâr-Demokrat” bir düzen kurulmadı. AKP’nin muhafazakârlığı ve ataerkilliği, demokratlığının önünde gidiyor.
İşte, Gezi Parkı Başkaldırısının önemi burada yatıyor. Türkiye’nin genç kuşakları “yönlendirici ve yasaklayıcı babaya” karşı baş kaldırıyor. Yani, “çocuklar” “babaları katlederek” özgür yurttaş olmak istiyorlar ve ataerkil düzeni sorguluyorlar. Bu da, düzenin demokrasiye doğru evirilmesinde önemli bir aşamaya işaret ediyor.
Kaynak: “Ağaç Katline” Karşı “Baba Katli” Mi? – Niyazi Kızılyürek