Zamanın Acımasızlığı ve Sonlu Yaşamlarımız
Yılın sonuna iyice yaklaşmıştık. Bir yıl daha takvimlerin geçmiş hanesinde yer almaya hazırlanıyordu. Yanına uğradım. Kapıyı çaldım ve pencereden onu seyretmeye daldım. Telaş içinde sağa sola koşuşturuyordu. Odada sabırsızlıkla bir şeyler arıyordu. Sonunda eline bir kasket aldı ve başına geçirdi. İyice zayıflamış bedeninden sarkan kıyafetlerini özenle düzelttikten sonra kapıya yürüdü ve dudaklarının ucunda kelebeklerin uçuştuğu gülümseyişiyle kapıyı açtı. “Hoş Geldin” dedi.
“Neden beni kapı önünde bekletiyorsun” diyerek öfkelenir gibi yaptım ve acımın üzerine göstermelik bir sitem serpiştirdim.
“Üzülmeyesin diye saçlarımın döküldüğünü görmeni istemedim” dedi.
Sesi sevecen ve kırıktı. Kaç zamandan beri boğuştuğu çaresiz hastalıkla artık baş edemeyeceğinin farkındaydı. Öyle olduğu halde hala etrafındakileri düşünüyor, sevdiklerinin üzülmemesi için çırpınıyordu. “Her zamanki gibi güzelsin, çıkar o kasketi başından” dedim ve devam ettim: “Yıl başını nerede kutlayacağız, evinde mi, arkadaşımızın evinde mi, karar verdin mi?”
Zamandan hayat çalmak için kelimeleri süratle peş peşe sıralamıştım. Ona düşünme payı bırakmak istemiyordum.
Fakat nafile! O düşünmüştü, hem de çok düşünmüştü…
Can yağının tükenmek üzere olduğunu, sonsuzluk karşısında sonlu zamanının bittiğini biliyordu. (Bu arada, başındaki kasketi çıkarmıştı, saçsız başı anasından yeni doğmuş bir bebeğin kafasını andırıyordu.)
Sakin bir ses tonu ile “gel dışarı çıkalım ve son sigaralarımızı yakalım” dedi. (Oğlunu doğurduğundan beri evinde sigara içmiyor, kimseye de içirtmiyordu.) Her zaman yaptığımız gibi evin arka tarafında bulunun limon ağacının altındaki beyaz plastik sandalyelere oturduk.
Ve her zaman yaptığı gibi şimdi artık iyice zayıflamış olan uzun güzel bacaklarını bir sandalyeye uzatarak sigarasını yaktı. Bir duman aldı (“kendini öldüresiye”) ve yüzüme baktı: “Yeni yılı kutlamayacağım. Sen de biliyorsun ki, yeni yılda ömrüm sona erecek. Bunu bile bile yeni yılın gelişini kutlayamam.” (Bunu söylerken kendinden o kadar emindi ki, ağzımdan çıkacak en iyi tartılmış kelimeler bile ancak saçmalık olabilirdi.)
Uzunca bir vakit susarak oturduk. Yerimden kalktığım anda onu bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Sandalyede çakılı kalmamın bir işe yaramadığını da… Sessizliği ilk bozan o oldu. Ölümünü nasıl örgütlediğini, her şeyi en ince ayrıntısına kadar nasıl planladığını anlatmaya başladı.
Oğlanın durumu her açıdan sağlama alınmıştı. Babası artık onunla yakından ilgileniyordu. Ekonomik zorluk yaşamadan üniversiteye gidebilecekti. Yıl başında da oğlu ile baş başa kalacak, son vedalaşmanın her anını onunla paylaşacaktı.
Ben ölüme giden kadının son hayat planlarını sessiz sedasız dinlerken birden bire “sana gelince” dedi ve gözlerimin içine bakarak devam etti: “Seni tanıdığım günden beri ütopyanın peşinde koşturuyorsun. Sana başından beri söylediğim gibi, bu lanetli adada birlik ve bütünlük olmayacak. Fakat tıpkı Kavafis’in İthake’sinde olduğu gibi, ütopyan sana bu yolculuğu verdi ve verecek başka hiç bir şeyi yok bundan başka. Sen yolculuğuna devam et…”
Yanından ayrıldığımda artık cenazesinde buluşacağımızı biliyordum. Arabaya bindim ve en sevdiğimiz şarkıyı dinlemeye başladım: “gözlerin ağlamasa da içlerindeki acıyı bana anlatmayı bilirler/bulutlu bir sabah gibi hüzünlü bir bakışla baharı sorarlar/bana bakıp merak içinde birlikte kurduğumuz hayalleri sorarlar/sitemkar gözler, sabır denizleri gözlerin…”
Arabamda onu bir daha görmeyeceğimden emin olarak yoluma devam ederken film şeridi gibi gözlerimin önünden geçen hayatında en çarpıcı anlardan birini yakalayıp alıkoymaya çalışıyordum.
Dalgalı hayatında böylesi anlar çoktu ama galiba en çarpıcı olanı “geçiş noktalarının” açılmasıydı.
Ülkesinin yarısının ona yasak olmasını kötülüklerin en büyüğü sayıyordu. Savaşların tarihini iyi biliyordu, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u ana dilinde okumuştu. Ayrıca, büyüdüğü evde Kıbrıslı Türkler büyük bir sevgiyle anılıyordu. Fakat adanın savaş tarihinde “zafere” ulaşan muzafferlerin ülkeyi boydan boya ikiye bölmelerini, hele hele nüfusun %80’ine adanın yarısını yasak etmelerini asla anlayamıyor, bunu kabul edemiyordu.
Çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında yürüdüğü yollarda yeniden yürümek istiyordu. Anne ve babası ile deniz kenarlarında yaptığı tatil yerlerini yeniden görmek için can atıyor, o denizlere koşmak istiyordu. (Kıbrıslı Türkler Kıbrıslı Rumların bu hasretini galiba hiç bir zaman anlayamadılar.)
Ve bir an geldi, muzafferler nasıl sorgusuz sualsiz kapatmışlarsa tel örgüler arasına sıkıştırdıkları “geçit noktalarını”, daha doğrusu, Kıbrıslı Rumların hayatlarına ve anılarına giden geçitleri, şimdi yine öyle sorgusuz sualsiz açmaya karar vermişlerdi.
Ona haberi verdiğimde bana inanmamıştı elbette. Dalga geçtiğimi zannediyordu. Kelimeleri emir kipiyle dizip “yarın sabah Ledra Palas’a git ve karşıya geç, döndüğünde de beni ara” deyince, ciddi olduğumu anladı.
Ertesi gün binlerce Kıbrıslı Rum gibi o da yollara düştü. Geri döndüğünde üzerinden hüzünlü bir sevinçle, ağır bir keder akıyordu…
Takvimlerde yan yana dizilen rakamların sonunda yer alan sayı 365 gün daha büyümüş, gelmesini hiç istemediği yeni yıl bütün acımasızlığıyla çıkagelmişti. Zamanın çarkları süratle dönüyor, yılın her günü bir anını daha alıp götürüyor, yaşam fitilini biraz daha söndürüyordu.
Aradan sadece iki ay 25 gün geçmişti ki, sabahın erken saatlerinde uyandım (gece zaten doğru dürüst uyumamıştım), bilgisayarın başına geçtim ve siyah tuşlara basarak öğle saatlerinde kilisede yapacağım konuşmayı yazmaya başladım…
Kaynak: Zamanın Acımasızlığı ve Sonlu Yaşamlarımız – Niyazi Kızılyürek