“Ulus Kaçağı” Luricina(da)
Yarın akşam (10 Ağustos) Luricina’da Ulus Kaçağı adlı kitabımın tanıtımını yapıyoruz. Başlarda biraz da anı kitabı olan bu kitabın ilk tanıtımı için Luricina’yı seçmemi orada geçirdiğim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın hatıralarında saklı kalan yurt duygusuna bağlamıştım. Fakat galiba daha fazlası var…
Luricina ile sanki kader birliği yapmışız…
Ulus Kaçağı da Luricina da, hem metaforik hem de gerçek anlamda NO MAN’S LAND’a sıkışmış, sıkıştırılmış…
Ulus Kaçağı, toplumların ve bireylerin damarlarına işleyen milliyetçiliğe tercihen sırtını döndüğü için, Luricina ise milliyetçiliğin böldüğü ülkenin ıssız bir bölgesine hapsedildiği için…
Bugün Luricina halkı “nefes alamıyoruz, kapı açın” diye haykırıyor…
Tuhaf olan şudur ki, Luricina 1974 öncesinde de kapalı bir getto idi ama ne ıssız, ne nefessiz, ne de marazi idi… Tam aksine, hayat dolu bir yerdi.
1974 öncesinin Luricina’sını daha iyi anlamak için, Ulus Kaçağı’nın sayfalarına kısaca bir göz atalım.
“1964 yılının Şubat ayında binlerce Kıbrıslı Türk gibi, ben de mülteci çocuklarından biri oldum ve Luricina’da yaşamaya başladım. Çocuklar, kadınlar ve erkekler dört-beş kilometrelik bir yürüyüşten sonra Luricina’ya vardık.
Tepelerle çevrili Luricina köyüne ulaştığımızda bizimle aynı kaderi paylaşan pek çok insan oraya yığılmış bulunuyordu. Herkes sığınacak bir yer arıyordu. Luricina’nın yerli halkı kerpiç ve taştan yapılmış mütevazı evlerini mültecilere açıyor, büyük bir fedakarlıkla “davetsiz misafirleri” en iyi şekilde ağırlamak için çırpınıp duruyordu.
Luricina, mültecilerin iyi kötü yerleşmesinden sonra artık kocaman bir kasabaydı. Gelenler yanlarında getirdikleri ölülerini gömüp kayıplarını tespit ettikten sonra köyün kapıları dış dünyaya kapandı ve binlerce insan kocaman bir hapishaneyi andıran bu yerde çok zor şartlar altında hayatlarını sürdürmenin yollarını aramaya başladı.
Luricina’nın kapıları 1964 yılında üstümüze kapandı ve 1968 yılına kadar açılmadı. Köy halkı bu süre zarfında Türkiye’den ve Kızılhaç’tan gelen yardımlarla yaşıyordu. Köyün hemen hemen bütün yetişkin erkekleri “Mücahit” olmuş, köyün etrafını çeviren tepelerde nöbet tutuyordu. Her tepeye bir numara verilmişti: 123, 49, 15 vs.
Tepeler, kendi futbol takımlarını kurup “tepeler arası” futbol maçları yapıyordu. Bu maçlar hayatımızın en heyecanlı anlarını oluşturuyordu.
Köyün kadınları bir yandan ev işleriyle uğraşıp, çocuk büyütüyor, diğer yandan da ev ekonomisine katkı sağlıyorlardı. Kadınların neredeyse tümü nakış işine gömülmüştü. Ellerinde kasnak gözlerinde gözlükler sabah akşam nakış işler, göz nurlarını bezirgânlara teslim ederlerdi.
Luricinalılar dilsel özellikleri ve kendine özgü Türkçeleriyle ünlüdürler. Örneğin Rumcayı zevk ve şevkle konuşurlardı. Köyün Paşası bu duruma çok bozuluyordu. “Ulan Mürtetler!!!” diye bağırdığında herkes tiril tiril titriyordu ama “ Türkçe Konuş” kampanyasına pek aldırmazlardı.
Luricina bütün zorluklara rağmen son derece sevimli bir yerdi, esprili insanları yaşam sevinciyle doluydu.
Yıllar ilerledikçe yeni köyümüze alışıyor, yerleşiyor, yerlileşiyorduk. Dünyada ve Kıbrıs’ta tek gördüğüm yer olan Luricina’ya içim iyice ısınmıştı. Köyün tepelerinde dolaşır, gappar ve ağrelli toplardık. Yasemin çiçeklerinden yaptığımız küçük desteleri kahvelerde satar, harçlığımızı çıkarırdık. Bazen “dere” dediğimiz küçük su akıntısı üstünde eşek arısı (yaban arısı) avlar, bunları satıp birkaç kuruş kazanırdık.
Geceleri gece-tüten bitkilerinin kokusu tepelerden taşıp köyü kuşatır, her taraftan nefis kokular yükselirdi.
Futbol ve sinema en büyük tutkumuzdu. Luricina’da futbol dendi mi akla “Luricinalı Ali” gelirdi. Benim gibi Bodamya’dan Luricina’ya göç etmiş bu genç adamın ayaklarından futbol dökülüyordu. Luricina’nın kadınlı-erkekli futbol seyircisi büyük bir zevk ve heyecan içinde kendinden geçerdi. Hepimiz Pazar gününü iple çekerdik.
Ve Sinema…
Sinemaların hoparlörleri durmadan şarkılar çalar, bizi sinemaya çağırırdı. Bütün köy ahalisi yazlık sinemalarda toplanırdı. Dondurmalar, çerezler, tam bir “sinema panayırı” yaşardık. Tombula arası verildiğinde adrenalimiz doruğa tırmanırdı. Flörte dalar, kendimizi Yeşilçam’ın jönlerine benzetirdik. Sinemanın etkisiyle köyün güzel kızlarının oturduğu mahallenin adını “Yeşilçam” koymuştuk. Bütün delikanlılar orada volta atardık.
Müzik getto yaşamımızın ayrılmaz bir parçasıydı. Kahvehanelerdeki müzik çalarlardan durmadan şarkılar yükselirdi. Biz ergenlerin takıldığı “Hippi Pavyonu” bir müzik mabedi gibiydi. Yunanca, İngilizce ve Türkçe olarak dinlediğimiz parçalar kasabamıza bambaşka bir renk katardı. En büyük eğlencemiz olan düğünlerde de müzik ön sıradaydı.
Kasabamızın cümbüş ve keman gibi klasik aletlerden oluşan küçük orkestrasının yanı sıra, Lefkoşa ve Larnaka’dan gelen müzik grupları ilginç ve değişik parçalar çalarlardı. İnsanlar düğünlerde geleneksel müziklerin yanı sıra, Batı pop müziği ile de eğlenirlerdi.
Kıbrıslı Türklerin gettoların dışına çıkmaya başladığı 1960’lı yılların sonu ile 70’lerin başına geldiğimizde gözle görülür bir “refah artışı” olmuştu. Bütün gettolar gibi Luricina’nın manzarası da yavaş yavaş değişiyordu. Dışarısı içeriye sızıyordu. Gettoya görece refah taşıyan işçilerin yanı sıra, Türkiye’de okumaya başlayan öğrenciler de kasabaya bambaşka bir renk katıyorlardı. Bir grup genç, saç modelleri ve koşu bisikletleriyle bütün dikkatleri üzerlerine çekerken, Türkiye’de okuyanlar kasabaya entelektüel gıda sağlıyordu. Bu öğrenciler sayesinde Ruhi Su türküleri, Nazım Hikmet şiirleri, Cem Karaca şarkıları gettoya ulaşıyordu.
“Hippi Pavyonu” “başkaldırı” mekânımızdı. Okuldan sonra vaktimizin büyük bölümünü orada geçirirdik. Topçuk (Langırt) ve bilardo oynar, “devrimci” şarkılar dinlerdik. En çok Cem Karaca’yı severdik. Saksafon sesli bu sanatçının yüksek perdeden okuduğu “Doğu Batı Gavur Müslüm Bir Bana” şarkısı bizim “isyan” şarkımızdı. “Bin Gavur Kellesi Kessem Bu Kin Benden Vallahi de Gidemez” şiirleriyle büyüyen bizler için bu şarkının bambaşka bir anlamı vardı. Dinlerken avaz avaz bağırır, Cem Karaca’ya eşlik ederdik.
1974 Temmuz’unda Mücahit olsun olmasın herkes Luricina tepelerine çıkmış, bütün gözler Beşparmak dağlarına çevrilmişti.
Savaş ateşkesle noktalandığında tepelerden askerleri görmek için merak ve heyecan içinde etrafa bakınan Luricina halkına “vuslat” nasip olmadı. Türk askerleri köyün yakınına kadar gelmişlerdi ama Luricina’ya ulaşamamışlardı. Köy, adayı ikiye bölen çizginin son şekli verildiğinde (16 Ağustos günü), ayırım çizgisinin 3-4 kilometre güneyinde kalmıştı. Etrafı Kıbrıslı Rumlarla çevrili olduğundan, oradan çıkış mümkün değildi. Düş kırıklığına neden olan bu durum kısa süre sonra sona erdi. Bir gece Mücahitlerin düzenlediği bir operasyonla Luricina’dan Gastros Tepesine yol bağlandı. Bir grup Türk askeri köy meydanında görüldüğünde, köy halkı büyük sevinç yaşadı. Birkaç gün sonra açılan yoldan Lefkoşa’ya gidip gelmeler başladı.
Savaşla birlikte her şey gibi coğrafyamızın “adresi” de değişti. Artık Kıbrıs değil, tankların birbirinden ayırdığı “Güney Kıbrıs” ve “Kuzey Kıbrıs” vardı ve adanın güneyinde yaşayan Kıbrıslı Türkler tutkuyla kuzeye akın ediyordu.
Luricina dar bir yolla adanın kuzeyine bağlanmıştı ama köy sakinleri kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Ayrıca, kovulan Kıbrıslı Rumlardan arda kalan ganimet adanın kuzeyini çok “cazip” kılıyordu. Sonunda onlar da Kuzeye yapılan “akına” katılmaya karar verdiler. Luricina’ya 1964 yılında gidenlerin yolları diğer köylülerden ayrıldı. Bodamya, Dali ve Aysozomonos’tan gidenler başka, Luricinalılar başka yerlere dağılacaklardı…”
Günümüz Luricina’sında kalan bir grup insan şimdilerde köyü canlandırmak için çırpınıyor. Adanın bütününe açılacak kapı pencere talep ediyorlar. Tıpkı diğer Kıbrıslı Türkler gibi, adanın bütününe açılmadan huzur bulamayacaklarını artık anlamış bulunuyorlar.
10 Ağustos akşamı gelin, şiirlerle şarkılarla yapacağımız şenliğe katılın! Hem Luricina hem de bütün ulus kaçakları bir akşamlığına olsa da NO MAN’S LAND’TAN firar edelim…