Kayıp Şahsiyetler Ülkesi!
Bu ülkede trajik bir durum olarak hala kayıp şahıslar var. Kimi altmış sene önce (1958’de), kimi elli dört yıl önce (1964’te) kimi de kırk dört yıl önce (1974’te) yaşamdan alınıp kaybedilmiş…
Kayıp şahısların kronolojik olarak izinden gitmek, bize bu ülkenin altmış yıldan beri kan ve gözyaşı yaşadığını anlatır…
Bugün artık kimseler kaybedilmiyor ama ülke kayıp şahsiyetler diyarına dönüşmüş… Ülkenin en büyük sorunu olan barışa dair ne bir ses var, ne bir seda! Siyasi elitler absürt bir suskunluk içinde… Barış için adeta dünya kamuoyunun kendilerine yalvarmasını bekliyorlar. Onlar ise dünya kamuoyunu nasıl aldatacaklarını hesaplıyorlar. Bunun adına da “blame game” diyorlar.
Asıl meselemiz olan barış meselesinde sirenlerin sessizliğini yaşıyoruz ama hayatın geri kalan bütün alanlarından kulaklarımızı tırmalayan gürültülü tuhaf sesler yükseliyor. O sesler ki, bizi bir yandan zihinsel sefalete sürüklerken, diğer yandan da yeni gerginliklere davetiye çıkarıyor…
Mesela, denizin altındaki “kara altının” nereden ve nasıl yeryüzüne çıkarılacağı konusunda tam bir kakofoni yaşanıyor… Televizyonlarda boy gösteren katlı kravatlı bir takım adamlar sabah akşam haykırıyorlar: “Mısır’a satıyoruz… Ha anlaştık ha anlaşıyoruz…” Birileri, Akdeniz’in altından Girit’e oradan da İtalya üzerinden Avrupa’nın geri kalan kesimlerine ulaştıracağız…” Bir başkası, “denizleri delmek bizim de hakkımızdır, siz kazarsanız biz de kazarız” diyor ve ekliyor: “en ucuz yol, benden geçendir…”
Anlayacağınız, dörtnala yeni maceralara koşuyoruz…
Mesela, güya federal çözüm için müzakere eden biri, ortaya “taksitli çözüm” fikrini atıyor ve bin bir kurnazlıkla, Kıbrıslı Türklerin devlet dışında tutulmalarının kendince “şahane” yollarını öneriyor…
Mesela, bu ülkeye sadakat duymayı zül sayanlardan “anavatanla tam bir uyum içindeyiz” açıklamaları geliyor… Yunanistan ile arsa yüzünden mahkemelik olan Başpiskoposluk, “Helenizm’in hatırına arsayı Yunanistan’a bağışladım” diyor. Daha önce mahkemeye çıkarıldığı için küfreden Yunanlı bakan Niko Kotzias, bu sefer teşekkür ediyor: “Her şey Helenizm için” diyor ve arsayı cebine atıyor…
Mesela, Kıbrıs’ın kuzeyinde bazı solcular Anavatan’a jurnalcilik yapıyorlar. Federal çözüm ve barış diyenleri “Türkiye karşıtı” ilan edip Ankara’ya gammazlıyorlar: “Her şey Türklük için…”
Mesela, eğitimciler grev yapıyor. Sendikacı öğretmenlerin kazanımlarına göz dikildiği için sınıflara girmiyorlar. Sert demeçler, sert pazarlıklar… Sendikacı öğretmenler kaç saat ders verecek? En mühim kavga konusu bu! Fakat eğitim sisteminin içeriğine dair tek kelime etmiyorlar. O eğitim sistemi ki, öğrencileri daracık dünyalara ve yabancı düşmanlığına mahkum ediyor, Kıbrıslı Türkleri bu ülkenin insanı olarak değil, “Osmanlı artığı bir azınlık” olarak gösteriyor. Ve o sendikacı eğitimciler ki, okullarda “Türk İsyanı” öğretiyorlar…
Mesela, Kıbrıs Senfoni Orkestrasından iki müzisyen Bellapais’te Kıbrıslı Türklerle birlikte müzik yapmaya hevesleniyor ama dünya başlarına yıkılıyor. “Efendim, siz nasıl kutsal ve esir topraklarımızda Türklerle müzik yaparsınız ha!” diye sağdan soldan vuruyorlar, müzisyenlerin kellelerini istiyorlar…
Mesele, şu ruhban sınıfı mensupları… İsa’nın sevgi ve bağışlama öğretisini çoktan unutmuş, durmadan düşmanlık ve nefret üretiyorlar… Sağa sola hoteller dikip para kazanıyorlar, sonra da her yere kilise inşa edip günahlarını yumuyorlar… Ölülerin yakınlarına insancıl amaçla olsa bile kiliseden başka bir yere bağışta bulunmamalarını ihtar ediyorlar…
Mesela, onlar ki, barış nutukları atıyorlar ama Kıbrıslı Rumların mallarına villa dikip keyif sürüyorlar…
Mesela, BM yeni bir girişim başlatabilir diye korkudan tiril tiril titriyorlar, Kıbrıs devletine Kıbrıslı Türkler “sızmasın” diye aklın kapılarında nöbet tutuyorlar. Toprak hırsızları “vatan millet sakarya” nutukları atıyorlar ve bir çakıl taşı bile vermeyeceklerini söylüyorlar…
Velhasıl, bu ülke bu haldedir, birbiri ile dalaşan kayıp şahsiyetler ülkesidir…
Ve 1958’den beri kayıp şahısları olduğunu unutan bir ülkedir…