Modern İnsanın Ölüm Korkusu
Ölümle iç içe yaşadığımız bu korona günlerinde ölümün ve ölmenin olduğundan daha da dehşetengiz hale geldiğini görüyoruz. Özellikle sevdiklerinden ayrı ve yalnız olarak ölen, yası tutulamayan korona hastalarının son yolculuk dramı yürek yakan cinstendir. Televizyonlarda izlediğimiz sahnelerde son vedalaşmayı sıcak bir elin dokunuşuyla değil, akıllı telefonlar, skyp, Ipad vb. elektronik cihazlarla yapan insanlar görüyoruz. Oysa istisnasız herkes, ölürken yakınlarının yanında olmasını ister. Ölüm acısını birazcık olsun dindiren bu ritüel çok eskilere dayanıyor.
Fakat bana öyle geliyor ki, ölüm bulutlarının tepemizde dolaştığı bugünlerde, modern insanın ölüme yaklaşımında zaten var olan bir “aşırılık” kendini iyice belli ediyor. Modern insanın kafa yapısı olarak, psikolojik ve duygusal olarak ölüme hazır olmadığı görülüyor.
17. yüzyılda yaşamış Fransız yazar François de La Rochefoucauld, “güneşe ve ölüme sürekli olarak bakılamaz” derken elbette doğru söylüyordu. Fakat modern insan galiba oraya hiç bakmak istemiyor ve yaşamın sonlu olduğunu kolay kolay kabul etmek istemiyor.
Nitekim medeniyet üzerine yaptığı özgün çalışmalarla ünlü olan sosyolog Norbert Elias 1982 yılında yayınladığı “Günümüzde Ölenlerin Yalnızlığı Üstüne” adlı çalışmasında, bu konuya da el atar ve “ölüm korkunç bir şey değildir” diyerek, ölümü şöyle tarif eder: “Kişi rüyalara dalar ve dünya kaybolur -tabii her şey yolunda giderse ve doğal bir ölüm söz konusu olursa…
Korkunç olan, ölen kişinin acı çekmesidir ve geride kalanların yaşadığı kayıp duygusudur. Korkunç olan, ölüm hakkında bireysel ve kolektif olarak geliştirilen fantezilerdir. Bu fantezilerden arınmak ve bunların karşısına yaşamın sonlu olduğu gerçeğini dikmek önümüzde duran görevlerden biridir.”
Gelgelelim modern insan bu “görevi” yerine getirmediği gibi, ölümü daha da korkunç hale getiren tutum ve davranışlar içine girdi. Antik dünya insanları, ölüm karşısında “iyi bir ölümün” nasıl olabileceği konusunda kafa yorarken, günümüzde ölümü adeta korkunç bir felaket olarak görüyor, onu geciktirmek için her yola başvuruyor ve olduğundan daha büyük bir felaket haline getiriyoruz.
Fransız tarihçi, Philippe Aries, 1970’li yıllarda yayınladığı “Ölümün Tarihi” adlı çalışmasında tam da bu noktaya parmak basarak, modern toplumların naif çocuklar gibi ölüme gözlerini kapatırlarsa, ölümü kendilerinden uzak tutacakları sanısına kapıldıklarını söyler. Oysa modern-öncesi toplumlarda insanlar ölümle iç içe yaşadıklarını kabul ediyor, “her akşam yatağa öldüklerinde giyecekleri kıyafetlerle uzanıyorlardı, çünkü sabahleyin uyanmama ihtimali olduğunu düşünüyorlardı.”
Japonya’da bir öğretmen öğrencilerinden “beş günlük ömrünüz kalsaydı ne yapardınız” konulu bir kompozisyon yazmalarını isteyince, korkunç anlatılar okumak zorunda kalmıştı. Kompozisyonlarda bombalar atılmış, anne-babalar öldürülmüş, dünya turuna çıkılmış, bankalar soyulmuş, paralar yakılmış, evler ateşe verilmişti.
Aynı soru, gençlere antik-dünyada sorulsaydı yanıt ne olurdu acaba?
“Eh, n’apalım, kader veya ilahi takdir” derlerdi herhalde…
Kader ya da doğa!
Modern-öncesi toplumlarda insanların ölüme bakışlarında baskın olan bu iki kriter, modern dünyada iyice zayıflamıştır. Bir yandan sekülerleşme, diğer yandan da hayatın bütün alanlarını etkisi altına alan teknolojik gelişme, kaderi de doğayı da (büyük oranda ve kısmen) insanın iradesine tabi kıldı.
Sekülerleşme, Tanrının varlığının sorgulanmasına, teknolojik yenilik ise doğanın büyüsünün son bulmasına yol açmıştır. Öldükten sonra cennete gideceğine veya ruhun yaşamaya devam edeceğine inanan insan sayısı azılmıştır. Ölüm, mutlak ve kesin bir son olarak algılanır olup bilinç-dışına atılmıştır.
Doğaya hükmetmek ise insana büyük bir güç katmıştır. Modern insan teknolojik gelişim ve tıbbi donanım sayesinde ömrünü uzattı ve ölümü kendinden uzaklaştırdı. Ölümü ortadan kaldıramıyorsa bile, onu erteleyebiliyor, geciktirebiliyor. Uygarlığın yarattığı bu durum, Jung’un 1934 yılında yazdığı bir makalede belirttiği gibi, “yaşam zamanımızı arzumuza göre değiştirebileceğimiz gibi bir bilinç hummasından muzdarip olmamıza” yol açtı.
Modern insanın ölüme hiç bakmaması, kendini ölüme hazır hissetmemesinin bir nedeni de, geleneksel toplum üyelerinden farklı olarak, şişkin bir egoya sahip olmasıdır. Bireyselleşme sonucunda herkesin kendi “krallığını” kurmuş olması, daha da önemlisi, narsisizmin çağın hastalığı haline gelmesi, ölüm karşısında savunma mekanizmalarını da güçlendirmiştir. C.W.Whal, daha 1928 yılında kaleme aldığı bir yazısında, “özsever ve aşırı güç düşkünü bireylerin, var olmanın sona ermesi olarak ölümü kabullenemeyeceğini” tespit etmişti.
Modern insanın ölüm korkusundan söz ederken, “unutulma korkusunu” da dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum. Nazım Hikmet bir şiirinde “ancak bir yıl sürer ölüm acısı yirminci yüzyıllarda” diyordu. Zygmunt Bauman’ın tanımladığı post modern dünyanın akışkan yaşamında bu süre iyice kısalmış olmalı…
Yazının sonuna yaklaşmışken Cem Yılmaz’ın bir şovunda söylediklerini özetlemek yerinde olabilir. Ünlü komedyen sahnede “iki saat gülelim, sonra öleceğiz” diyordu ama normalde kahkahadan kırılan izleyicilerden tıs çıkmıyor, büyük bir sessizlik içinde yerlerinde oturuyorlardı. Bunun üzerine Cem Yılmaz, izleyicilerin zihinlerinden geçenleri keskin bir cümleyle özetliyordu:
“Ben ne öleceğim lan, yanımdaki ölsün…”
Evet, modern insan ölüme bakmıyor, kendisini ölümden uzak tutuyor, sadece başkalarının ölümlü olduğunu düşünüyor.
Fakat ölüm korkusundan söz ederken “yaşam korkusuna” değinmemek büyük bir eksiklik olur. Yaşam korkusu ölüm korkusuyla iç içedir ve Jung’un dediği gibi, yaşamın hakkını vermezseniz, dolu dolu, doğurgan ve anlamlı bir hayat yaşayamazsanız, ölümü kabul etmeyi de reddedersiniz. Spinoza da yaşamını üretken bir şekilde sürdüren kişilerin bir gün sona erecekleri düşüncesini içlerine daha kolay sindirdiklerini söylemişti. Bu kişiler o an geldiğinde, Kavafis’in dediği gibi, “çoktan beri hazırmışçasına, cesurca” veda etmeyi bilirler.
Kelimelerin dizilişini noktalamadan önce, ölüm karşısında bizi Epikuros kadar hiç kimsenin teselli edemeyeceğini belirtelim ve bu yazıyı onun bir tespitiyle bitirelim. Bu, hepimize iyi gelebilir:
“Eğer sen burada isen, ölüm yoktur, yok eğer ölüm buradaysa, sen yoksun…”