Garantiler ve Garantörlük Üstüne

Garantiler ve Garantörlük Üstüne

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Kıbrıs’ta garantileri istemeyenlerin “hıyanet içinde” olduklarını söyleyiverdi. Daha önceleri Genelkurmay eski başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da benzer sözler sarf etmişti. Gelgelelim garantiler ve garantörlük konusu hamasete boğulamayacak kadar ciddi ve yaşamsal bir konudur. Böyle olduğu için de yurttaşları doğru bilgilendirmek gerekiyor, milliyetçi nutuklar atmak değil.

nn-046.jpg

‘Garanti, toplum ya da bireylerle doğrudan ilgili değil’

—-

Kıbrıs Sorununun en çetrefilli başlıklarından biri olan garantiler ve güvenlik konusunda maalesef tam bir kafa karışıklığı ve bilgi kirliliği yaşanıyor. 1960 yılında imzalanan Garanti Antlaşmasının toplumların ve bireylerin güvenliği ile doğrudan bir ilgisi olmadığı bilinmiyor. Kıbrıs Türk toplumunda yaygın kanı, Garanti Antlaşmasının ve haliyle Türkiye’nin garantörlüğünün Kıbrıslı Türkleri korumak olduğu yönündedir ki, bu doğru değildir. Garanti Antlaşmasının metnine ve bu antlaşmanın ortaya çıktığı koşullara baktığımızda, bunun, ağırlıkla Enosis ve Taksim tehlikelerine karşı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğü ve anayasal düzenini korumayı öngördüğünü görürüz.

1950’li yılların sonuna kadar Enosis ve Taksim için mücadele eden taraflar, bağımsız devlet fikrine yönelmek zorunda kaldıklarında, özellikle NATO ve Türkiye, Makarios’u samimi bulup güvenmedikleri için, bağımsızlığın “garanti altına alınmasını” istiyordu. ABD ve NATO da bunu “anti-komünist” çıkarları açısından uygun bulduklarından, bağımsızlığın garanti altına alınmasını herkesten önce gündeme getirip desteklediler. Nitekim ABD Başkanı Eisenhower 1957 yılının Mart ayında İngiliz Başbakan Macmillan ile Bermuda’da yaptığı görüşmede Türk-Yunan gerginliğine sonlandırmak için adaya “garantili bağımsızlık” verilmesini önermişti.

Dönemin NATO Genel Sekreteri Spaak da 16 Temmuz 1957 tarihinde Başbakan Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektupta Taksim fikrine karşı olduğunu belirterek, “garantili bağımsızlık” tezinin dikkate alınmasını istiyordu.

“Garantili Bağımsızlık”

—-

Kısacası, Kıbrıs’ın bağımsız devlet olması gündeme geldiğinde “garantili bağımsızlık” formülü de dillendirilmeye başlandı ve ada bağımsızlığa doğru yol aldığında bu formül hayata geçirildi. Başka türlü söylersek, bağımsızlığın garanti altına alınması, Enosis ve Taksim politikalarının Kıbrıs Cumhuriyetine musallat olmaması için gündeme getirildi.
Bu yoldu ilk adım, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan Zürih Antlaşması oldu. Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilemez “Temel Maddeleri”ni içeren Zürih Antlaşması, Garanti Antlaşması kapsamına alındı. Nitekim Garanti Antlaşmasının ikinci maddesi imzacı taraflara “anayasanın Temel Maddeleri ile kurulan düzeni tanıma ve garanti etme” yükümünü yükler. 

Zürih’te varılan mutabakatta anti-komünizm temel bir motivasyon olmuştu. Bunun en açık kanıtını, Menderes ve Karamanlis arasında imzalanan ve gizli tutulan “Gentlemen Agreement”te görürüz. Bu anlaşmaya göre, Türkiye ile Yunanistan, Kıbrıs’ta “komünist faaliyetlere” karşı Kıbrıs hükümetini destekleyecekler ve adanın NATO ülkesi olmak için toplum liderlerini teşvik edeceklerdi.

Garanti Antlaşmasının içeriğine daha yakından bakalım

—-

Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında 15 Ağustos 1960 tarihinde gece saat 11’de imzalanan ve 16 Ağustos günü yürürlüğe giren Garanti Antlaşmasının birinci maddesi “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini sağlamayı ve  anayasasına saygı gösterilmesini” taahhüt eder. Ayrıca, bu anlaşma ile Kıbrıs Cumhuriyeti, “herhangi bir devlet ile tamamen veya kısmen, siyasi ve ekonomik birliğe katılmama” yükümü altına girdi.

Sadece bu kadar da değil, Garanti Antlaşması, başka bir devletle birleşmeyi (Enosis) veya adanın bölünmesini (Taksim) doğrudan veya dolaylı olarak teşvik edecek her hareketi de yasaklıyor.

Görüleceği gibi, Garanti Antlaşması, Enosisi ve Taksimi dışlamakla kalmıyor. Bu amaçlar doğrultusunda teşvik edici etkinliklerde bulunmayı, örneğin propaganda yapmayı da yasaklıyor. Yani, cumhuriyet kurulduğunda yargı kurumu doğru dürüst çalışsa idi, siyasi aktörlerin çoğu Enosis ve Taksim propagandası yapmaktan yargılanabilirdi.

Antlaşmanın ikinci maddesi, Türkiye, Yunanistan ve Büyük Britanya’ya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın Temel Maddeleri ile kurulan düzeni tanımak ve garanti etmek yükümünü yükler. Görüleceği gibi, burada bir haktan çok, bir yükümlülük söz konusudur. Ayrıca, Kıbrıs Cumhuriyeti için geçerli olan doğrudan veya dolaylı olarak başka bir ülke ile birleşme veya adanın bölünmesine dönük faaliyetleri yasaklamak, bu üç ülke için de geçerlidir. Açıkçası, ikinci madde, diğer garantör ülkeler gibi Türkiye’ye de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve anayasanın Temel Maddeleri ile kurulan düzeni garanti etme sorumluluğunu yüklüyor. Sözü edilen anayasanın Temel Maddelerinin Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan ve devletin iki-toplumluluk esasına göre kurulmasını öngören Zürih antlaşmasının maddelerinden oluştuğuna yukarıda değindik.

Üçüncü maddede, Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye ve Yunanistan, İngiltere’nin egemenliğinde kalan üsler bölgesinin bütünlüğüne saygı göstermeyi taahhüt eder.

Dördüncü maddede, Garanti Antlaşmasının ihlali durumunda antlaşmanın hükümlerine uyulması için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye birbirleriyle istişare etme yükümü yükler. Birlikte veya anlaşarak harekete geçmek mümkün olamıyorsa, üç devletten her biri, Garanti Antlaşmasıyla oluşturulan düzeni yeniden kurmak ve sadece bu amaçla sınırlı olmak üzere, kendi başına harekete geçme hakkını saklı tutar.

Antlaşmanın beşinci maddesinde, antlaşmanın imzalandığı tarihte yürürlüğe gireceği ve antlaşmanın orijinal metninin Lefkoşa’da saklanacağı belirtiliyor.

Görüleceği gibi, Garanti Antlaşmasında Kıbrıslı Türklerin güvenliğine dair bir gönderme yoktur. Ancak ülkenin anayasal düzeni, toprak bütünlüğü veya bağımsızlığı tehlikeye girerse, garantör ülkelerin harekete geçme yükümlülüğü vardır.

Yükümlü Taraflar Ne Yaptı? Kısa Bir Hatırlatma

Gerçek şudur ki, Garanti Antlaşmasının imzacıları bu antlaşmayı farklı aşamalarda farklı biçimlerde ihlal ettiler. Öncelikle Garanti Antlaşması ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de yükümlülük altına girdiğini yeniden vurgulayalım ve cumhuriyetin aktörlerinin ne yaptığına bakalım.

Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk siyasi aktörler, 1960-1963 arasında Enosis ve Taksim doğrultusunda teşvik edici faaliyetlerde bulunmayı yasaklayan birinci maddeyi defalarca çiğnediler ve Enosis ve Taksim yönünde doğrudan veya dolaylı faaliyetlerde bulundular.

Bu genel tavrın ötesinde, Kıbrıs Rum tarafı 1963 yılında anayasaya saygı gösterme yükümlülüğünü çiğneyerek anayasayı değiştirmeye kalkıştı. Etnik çatışmalardan sonra ise anayasayı bütünüyle ihlal etti ve Garanti Antlaşmasının iptali için uğraş verdi. Başarılı olamadı.

Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini korumak bir yana, anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve Enosise ulaşmak için Makarios ile işbirliği halinde AKRİTAS örgütünü kurup silahlandırdı. 1964 yılında da adaya gizlice on binleri bulan asker soktu. 15 Temmuz 1974 tarihinde ise darbe yaparak -ki aslında bu silahlı bir dış müdahaledir- anayasal düzeni yıktı.

İngiltere ise anayasal düzeni koruma yükümlülüğünü yerine getirmek için en küçük bir çaba sarf etmedi.

Türkiye’ye gelince. Türkiye’nin Garantör ülke olarak Garanti Antlaşmasıyla kurulan düzenin ihlal edildiği 1974 Temmuz’unda tek başına “hareket geçme” yetki ve yükümlülüğüne sahip olduğu açıktır. Antlaşmada yer alan “harekete geçme” ibaresinin askeri bir müdahaleyi içerip içermediğini şimdilik bir kenara koyalım ve şunu vurgulayalım: “Harekete geçme” ancak ve sadece bozulan düzeni yeniden kurmak amacıyla meşrudur. Oysa Türkiye 20 Temmuz 1974 tarihinde başlattığı ve 16 Ağustos’ta noktaladığı askeri müdahalelerle planlı bir şekilde adayı bölmeye ve “yeni bir nizam” kurmaya yöneldi.

Adayı bölmeye yönelik hiçbir girişim Garanti Antlaşması çerçevesinde meşru gösterilemez. Nitekim üzerinde çok konuşulan Johnson Mektubunda bu açıkça dile getiriliyordu. ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964 tarihinde Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “1960 tarihli Garanti Antlaşması hükümleri gereğince, böyle bir müdahalenin caiz olduğu kanaatine sahip olduğunuz intibaındayım. Bununla beraber, Türkiye’nin düşündüğü müdahalenin, Garanti Antlaşması tarafından açıkça yasaklanan bçr çözüm olan taksimi gerçekleştirme amacına yönelmiş olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi çekmek zorundayım.”

Kısacası, ABD, Türkiye’nin adaya müdahalesinin anayasal düzeni korumaya değil, adayı bölmeye yönelik olacağından bahsediyor ve bunun Garanti Antlaşmasıyla yasaklanmış bir çözüm biçimini öngördüğünden, kabul edilmez buluyordu. Nitekim, Johnson 1974’ten tam on yıl önce yaptığı saptamasında haklı çıktı. Türkiye 1974’te adaya müdahale ettiğinde, Kıbrıs’ı coğrafi ve demografik olarak böldü ve Garanti Antlaşmasını açıkça ihlal etti.

Garanti Antlamşasının ihlali, 1974 savaşında Türkiye’nin savaş planlarıyla sınırlı kalmadı. KKTC’nin ilanı bu ihlali ikiye katladı. Çünkü Garanti Antlaşması, Enosisi ve Taksimi olduğu kadar, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet kurulmasını da yasaklıyor. Bu yüzden, ayrı devlet kurmaya hevesli olan Rauf Denktaş ile Dr. Küçük, 1974’ten önce Türkiye’nin adaya Garanti Antlaşması temelinde müdahale etmesini istemiyorlardı. İki liderin imzasını taşıyan 14 Eylül 1963 tarihli belgede, Kıbrıslı Rumların anayasayı ortadan kaldırmaları halinde Türkiye’nin adaya müdahale hakkı olduğunu, ancak bunun “iyi bir şey” olmayacağı ileri sürülüyordu. Çünkü Türkiye’nin Garanti Antlaşmasına dayanarak yapacağı herhangi bir müdahale ancak 1960 statüsüne geri dönmek için yapılabilirdi. Yükümlülüğü bu yönde idi. Kıbrıslı Türk liderler, Türkiye’nin adaya askeri müdahalesi yerine, Kıbrıs’ta bir “Türk Cumhuriyeti” kurulmasını öneriyorlardı.

Görüleceği gibi, Kıbrıs’ın anayasal düzeninin parçası haline gelen Garanti Antlaşmasının varlığı ve bu anlaşmanın sürdürülmesi, KKTC’yi “yaşatmak” veya gelecekte ayrı bir devlet kurma hevesinde olanların işine yaramaz. Çünkü Garanti Antlaşması bu türden politikaların hayata geçirilmesine caiz vermez. Bu türden şeyler yapılmışsa, örneğin 1983 yılında KKTC ilan edilmişse, bu, Garanti Antlaşmasının yarattığı bir durum değil, bu anlaşmanın çiğnenmesinin yarattığı bir statüdür.

Bütün bunları göz önüne aldığınızda, garantörlüğün ve garantörlerin tek taraflı müdahale hakkının kabul edilmesini nasıl bekleyebilirsiniz?

Kaynak: Garantiler ve Garantörlük Üstüne – Niyazi Kızılyürek