Bir damla onur
Bu, tipik bir kolonyalist davranıştır. Sömürgeci güçler sömürgelerine “medeniyet götürdüklerini” iddia ederler!
2002 yılında AKP kurulduğunda ve iktidara yürüdüğünde, olayların gelişimi birbirine uzak mesafede duran laik Kıbrıslı Türkler ile AKP’yi işbirliği yapmaya zorladı. AKP, Kemalist Rejim karşısında kendini korumak ve Kemalist düzeni değiştirmek amacıyla AB üyelik sürecini benimseyince, bir zamanlar bütün adayı işgal etmek isteyen Erbakan’ın çocukları Kıbrıs’ta çözüme doğru hamle yapmak zorunda kaldılar. Bu arada, Kıbrıs’ın AB üyeliği treninde kendine yer arayanlar, 1974-Düzeninden bıkıp usananlar, bir değer olarak barışa inananlar, Kıbrıslı Türk solcuların önderliğinde adeta isyan başlatmışlardı. İşte, birbirine uzak bu iki kesimi yakınlaştıran, bu kesişen çıkarlar olmuştu. Aralarındaki farklılıkları görmezlikten gelerek işbirliğine soyundular.
Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıslı Türk solcularla işbirliği yapmak zorunda kaldığını anladığında, Mehmet Ali Talat için ağzından şu sözcükler dökülmüştü: “O Zındık Yahu…” Fakat “zındık” dediği Talat ile işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktı.
Gelgelelim, AKP iktidar koltuğunu sağlamlaştırdıkça, sadece Türkiye’de laik kesimlere karşı değil, Kıbrıslı Türklere karşı da hırçın tavırlar sergiliyor, Kıbrıslı Türklerin varlığını önemsizleştiriyordu. Hatta, Türkiye’nin önde gelen dindar aydınları Kıbrıs’ı “Dar-el Harp” olarak görüyordu.
Örneğin, Ali Bulaç, 14 Temmuz 2010 tarihli Zaman gazetesinde yazdığı “Kıbrıs İçin Savaşmak” başlıklı yazısında Kıbrıslı Türkleri yerden yere vuruyordu: “Geçen seneden beri Kıbrıs’ta utanç verici olaylar yaşıyoruz. Kur’an kurslarına kendini bilmez, dine ve Kur’an’a husumeti dinmeyen bir sendika üyeleri baskınlar düzenliyor, çocukları kollarından tutup dışarı çıkartıyor, çocuklarına Kur’an öğretmek isteyen aileler için ‘Bunlar Kıbrıs Türk’ü değil, Türkiye’den gelmiş işgalcilerdir’ diyorlar.”
Ali Bulaç Kuzey Kıbrıs’ta okul dışında örgütlenen Kuran kurslarına karşı çıkılmasına ateş püskürüyor ve 1974’te “Kıbrıslı Türkleri kurtarmak” için gönüllü olarak savaşa gitmeye hazır olan insanların artık Kıbrıslı Türklerin yüzünü bile görmek istemediklerini ima ediyordu: “En trajik soru şu: Kur’an ve başörtüsünün yasaklandığı Türk Kıbrıs’ta mı, yoksa özgür olduğu Rum Kıbrıs’ta mı yaşamak istersiniz? 1974’te Güneydoğu’da ve ülkenin her tarafında, Kıbrıs için savaşmak isteyen gönüllüler metrelerce askerlik şubesi kapılarında kuyruk tutmuştu. Bugün gazi Hasan “Kıbrıs’a gider miyim, emin değilim” diyor. (…) Beyler Elazığlı Hasan’ı nasıl bu noktaya getirdiniz? Övünüyor musunuz?”
Mehmet Ali Bulut adlı başka bir dindar kalem, 19 Mayıs 2011 tarihinde Haber 7’de çıkan yazısında Kıbrıslı Türkleri hepten “dinsiz” ilan ediyordu: “Hafta sonu konferans için gittiğim KKTC’nin şehirlerinde, sokaklarında dolaşırken, insanlarıyla sohbet ederken, görevlileriyle –özellikle din görevlileri ile- konuşurken, nedense sürekli Endülüs’ün son demleri gözümde canlanıyordu. Zihnim sürekli yıllar önce okuduğum Afrikalı Leo’nun Endülüs’ü ile irtibatlar kuruyordu. (…) Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum ama maalesef KKTC, artık arafta bir ülke haline gelmiş. Ne dinli ne dinsiz… ne Müslüman ne Hıristiyan. Dine ve millî değerlere karşı müthiş bir lakaytlık var.”
Camilerin boş olduğundan yakınan yazar, “dini bağlarını kaybeden toplumun milli duygularını da kaybettiğine” inanıyor ve alarm zillerini çalıyordu: “Bu gidişatla bir gün gelip Kıbrıs halkı, “Biz güneyle birleşmek istiyoruz, Türk askeri buradan gitsin!” diye veryansın edebilir. (…) Sizi temin ederim, Kıbrıs toplumu, kar gibi eriyor. Türkiye binlerce askerin orada tutuyor, milyarlarını akıtıyor ama toplum, hızla eriyor. Şimdi bir plebisit yapılsın, en az yüzde 50 çıkar Güney Rum Cumhuriyeti’ne iltihak etmek isteyenlerin oranı.”
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. AKP’lilerin gözünde Kıbrıslı Türklerin yeteri kadar “Müslüman olmadığı” açık. Ve Türkiye’de olduğu gibi, Kıbrıs’ta da “dindar kuşaklar” yetiştirmenin elzem olduğunu düşünüyorlar.
Bu anlayışla yola koyulan AKP, Kıbrıslı Türklere karşı bir yandan din temelli kültürel ırkçılık uygularken, diğer yandan da ekonomik kuşatmayla Kıbrıs Türk toplumuna ayar vermeye çalışıyor.
Özellikle Kıbrıslı Türk gençleri hedef alan “Koordinasyon Ofisi” böyle bir arka plandan kaynaklanmaktadır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri AKP’nin dünya görüşüne göre “terbiye etmek, medenileştirmektir”, ki bu, tipik bir kolonyalist davranıştır. Sömürgeci güçler sömürgelerine “medeniyet götürdüklerini” iddia etmiyorlar mıydı?
Peki, Kıbrıs Türk toplumu bu baskılara nasıl direnebilir?
Bu soruya yanıt vermek ve saldırılar karşısında Kıbrıslı Türklerin direnç noktalarını kavrayıp geliştirmek için toplumsal yaşamı farklı alanlara ayıran ve her alanın kendi içinde bir iktidar mücadelesine sahne olduğunu ileri süren Pierre Bourdieu’nün görüşlerine başvurmakta yarar var. Toplumsal alanları “eğitim”, “sanat” ve “din” gibi alanlara ayıran Bourdieu, bu alanların kendi işleyişleri olduğunu ve eyleyecilere olduğu kadar, nesnelere de dayattıkları ağırlıklarla donatıldıklarını söyler. Yani, hem eyleyiciyi koşullandırırlar, hem de eyleyici tarafından etkilenirler. Eyleyiciler Habitus sayesinde alanların etkisini içselleştirdiklerinden, belli davranışlar sergilemeye mecbur olurlar. Fakat Habitus tek taraflı bir işleve sahip değildir. Alandan etkilendiği kadar, eyleyecilere de alanı etkileme imkanı verir.
Alanlarda yaşanan değişimlerde “sermaye” önemli rol oynar. Bourdieu, dört sermayeden söz eder: Ekonomik, Kültürel, Sosyal ve Sembolik. Ekonomik Sermaye para ve mülkiyet ilişkileriyle ilgilidir. Kültürel Sermaye toplumda anlam ifade eden değerlerden oluşur. Davranış biçimleri, değerler sistemi, kullanılan dil, eğitim, sanat eserleri vb. Kültürel Sermayedir. Sosyal Sermaye toplumsal örgütleri ve yükümlülükleri kapsar. Alan içindeki mücadelede eyleyiciler değerli sermayeleri elde etmek için mücadele ederler.
İşte bu noktada Sembolik Sermayenin özel bir önemi vardır. Hangi alan içinde hangi sermayelerin değerli olduğunu belirleyen Sembolik Sermayenin yapısıdır.
Buradan hareketle, şöyle söyleyebiliriz: Bu mücadelede AKP’nin Ekonomik Sermaye açısından üstün olduğu kesindir. Buna karşılık, Kıbrıslı Türkler kendileri için neyin değerli ve anlamlı neyin değersiz ve anlamsız olduğunu belirleyen Kültürel ve Sembolik Sermayelerini harekete geçirerek direnebilirler. Sembolik Sermayenin anlam, prestij ve haysiyeti de kapsadığı düşünülürse, bu mücadelenin bir haysiyet ve prestij mücadelesi olduğu daha iyi anlaşılır.
Nitekim, “Reddediyoruz” gibi anlamlı bir başlık altında harekete geçen gençler, Kıbrıs Türk toplumunun Kültür Sermayesinden ilham alıyor ve haysiyet mücadelesi veriyorlar. Ekonomik kuşatma altındaki toplumsal gruplar ise, benliklerini inkar eden bir sessizlik ve boyun eğiş sergiliyorlar.
“Bir damla onur” vurgusu boşuna değildir.
Bu, direnişin diğer adıdır.