Yas ve Mezar Yasağı Üstüne
Oral Çalışlar 11 Temmuz 2010 tarihli Radikal gazetesinde yazdığı bir yazıda Türkiye’de yaşanan şiddet olaylarını, kayıplar karşısında takınılan tavırları ve Türk ve Kürt cephelerinin tutumlarını anlatırken bir noktanın altını önemle çizer. Çalışlar, şiddettin kurbanlarının nasıl bazen “insan”, bazen de “istatistikî bir veri” sayıldığını çarpıcı sözlerle ortaya koyar: “Günlerdir Hakkâri, Şemdinli, Diyarbakır, Van gibi birçok Güneydoğu il ve ilçesinde öldürülen PKK’lılar için törenler düzenleniyor. Cenazeleri karşılamaya giden topluluklar, ‘Şehidimiz hoş geldin’ pankartları açıyor. Öldürülen PKK’lıların ailelerine verilmeyip, çatışma yerinde gömüldükleri gerekçesiyle büyük gösteriler yapılıyor, polisle çatışmalar çıkıyor. Kürt kimliğini savunan siyasi akımın etkili olduğu yörelerde öldürülen PKK’lılar ‘terörist’ diye değil ‘şehit’ diye karşılanıyor ve öyle muamele görüyorlar. Güneydoğu’nun son günlerdeki manzarası bu… Bir diğer ifade ile söylemek gerekirse: Orada tamamen farklı bir psikoloji ve tamamen farklı bir kamuoyu oluşmuş durumda… Türkiye’nin batısında PKK saldırılarında yaşamlarını yitiren askerlerin cenazeleri kaldırılıyor. TV kanalları, gazeteler, cenaze törenlerini, asker ailelerinin acılarını kamuoyuna yansıtıyorlar. Cenaze törenlerinde ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez. Kahrolsun PKK’ sloganları atılıyor. Batı’daki kamuoyu öldürülen PKK’lıların sayılarını, nerede öldürüldüklerini TV’lerden öğreniyor. Onların isimlerini bilmiyor, kim olduğuna pek de aldırmıyor. İşin o boyutu, egemen kamuoyu için fazla bir anlam ifade etmiyor. Batıdaki kamuoyu için, öldürülen PKK’lılar, bir istatistikten öte bir anlam taşımıyor.”
Oral Çalışlar’ın 2010 yılında kaleme aldığı bu yazının içeriği maalesef günümüzde de geçerliliğini koruyor. Barış sürecinin kesintiye uğramasıyla Türkiye yeniden şiddet sarmalına sürüklendi. Bazı bölgelerde öldürülen Kürtlerin cesetlerini değil gömmek sokaklardan toplamak ve yasını tutmak mümkün olmuyor. Bu insanlıktan çıkarma pratiklerine karşı tepki gösteren akademisyenler hakarete ve kovuşturmaya uğruyor.
Amerikalı felsefeci feminist Judith Butler de öldürülen Amerikan askerleri ise “ölüm ilanlarında ölenlerin yaşamları hakkında ayrıntılı bilgilerin yer aldığını, genellikle de evli ya da evlenmek üzere, heteroseksüel, mutlu, tekeşli olduklarının vurgulandığını belirtir. Fakat ABD’nin desteklediği İsrail ordusu tarafından öldürülen binlerce Filistinlinin, ya da çoluk çocuk sayısız Afgan’ın adlarının neredeyse hiç duyulmadığını söyler. Butler, “onların adları ve yüzleri, kişisel tarihleri, aileleri, hobileri, yaşamlarını belirleyen sloganları yok mu?” diye sorar ve “yas hiyerarşisinden” söz eder. Judith Butler, bazı kayıpların yası tutulurken, bazı başka kayıpların yasının tutulmamasının aslında kimin insan sayılıp kimin insan sayılmadığıyla ilgili olduğunu vurgular. İnsan, yaşanmaya değer bir hayat yaşayan ve yası tutulacak kadar değerli olan kişidir. Yası tutulmaya değmeyen kişi, insan sayılmaz veya insanlıktan çıkarılır.
“Yastan ve mezardan mahrum bırakmak”, yani insanlıktan çıkarma çok eskilere dayanan bir egemenlik pratiğidir. Nitekim Kadim Yunan’da Kreon, hainlikle suçladığı Poliniki’nin cesedinin gömülmemesini ve savaş alanında çürümeye terk edilmesini emretmişti. Bu, Eski Yunan’da cezaların en büyüğü sayılıyordu. Fakat Poliniki’nin kız kardeşi Antigoni, Kreon’a başkaldırarak kardeşinin “yas ve mezar yasağını” delmiş, Poliniki’nin cesedini gömmüştü. Buna çok öfkelenen Kreon, Antigoni’nin diri diri gömülmesini emretmişti. Fakat Antiogoni, “bu kadar çürümüşlüğün içinde yaşamanın zulüm, ölümün ise kurtuluş olacağını” söyleyerek intihar etmişti.
Günümüzde kimin insan sayılıp kimin sayılmadığını belirleyen pratiklere “biyopolitika” diyoruz. Michel Foucault, biyopolitikanın hedefinin bedenler değil, yaşam olduğunu anlatır. Çağdaş egemenliğin, hükümdarın klasik egemenliğindeki gibi yaşam ve ölüm hakkına değil, yaşatma ve ölüme bırakma hakkına kavuştuğunu anlatır. Ölüme bırakma, ölüm riskini artırma, siyasal ölüm, sürgüne gönderme ve dışlama olarak da anlaşılmalıdır. “Yaşamaya değer” olanla “yaşamaya değmez” olanın tasnifini ise iktidarlar yapar. Ve bu “tasnif işlemi” ve tanımlamaya bağlı olarak, bazıları insandan sayılmaz. Onların payına sadece dışlanma ve ölüm düşmez. İnsanlıktan çıkarıcı her türlü pratiğin nesnesi olurlar. “Yas ve mezar yasağı” bu pratiklerin başında gelir. Ve onlar ulus devletin basın organlarında haber olmazlar. “İstatistiki bir veri” olarak geçiştirilirler…