Yurt Ütopyadır
Önümüzdeki hafta ünlü Alman yazar ve hukukçu Bernhardt Schlink’in “Yurt Ütopyadır” adlı kitapçığı okurlarla buluşacak. Heterotopia Yayınlarının yayına hazırladığı bu önemli çalışmayı sevgili dostum Hüseyin Tüccar ile birlikte Türkçeye kazandırdık.
Bernhardt Schlink, bu felsefi denemesinde geleneksel sayılabilecek yurt anlayışlarını sorgular ve sürgün ile yabancılaşma olguları üzerinde yoğunlaşır. Almanya’nın birleşmesinden sonra, aynı yerlerde yaşamalarına rağmen Doğu Almanların kendilerini sürgünde hissettiklerini söylemeleri Schlink’i “yurdun yerinin neresi olduğunu” sorgulamaya iter ve sürgün-yurt ilişkisine el atar. Schlink, “sürgün, yabancı diyarlarda yaşamaktır, yabancıların belirlediği bir ortamda yaşamaktır” der. Yani, yabancılaşmış bir hayattır sürgünün hayatı. Bu bağlamda sürgün, yabancılaşma deneyimini anlatmak için kullanılan bir metafordur. Yabancılaşmanın öne çıkan en temel özelliği ise, kendi irademiz olmadan her şeyin değişmesi, değiştirilmesi ve kurallarını başkalarının belirlediği bir ortamda yaşamaktır. Tıpkı ünlü Yunanlı rockçu Vasilis Papakostantinos’un bir şarkısında söylediği gibi: “benim yokluğumda benim için yapılan her şeyden korkuyorum.”
Kısacası, yabancılaşma, bireylerin kendi yerlerine dair söz söyleme hakkının olmadığı ve her şeyin başkaları tarafından değiştirildiği ortamlarda duyumsanır.
Bernhardt Schlink, insanların yabancılaşma duygusuna kapılmalarını anlıyor. Fakat bunu neden “sürgün” deneyimi olarak tanımladıklarını sorguluyor. Çünkü sürgün kavramı esas itibarıyla insanın terk etmek zorunda kaldığı yurdundan ayrı düşmesini betimliyor. Kısacası, yurt kavramı sürgün kavramı ile tezat oluşturuyor. Sürgün kişi belirli bir zorunluluk ya da zorluktan ötürü yurdunu terk eder ve bir gün oraya (yurduna) dönme hayali içinde yaşar. Oysa bu insanlar ne bir yerden kaçmak zorunda kalmışlardır, ne de dönecekleri bir yerleri vardır. Şöyle soruyor Schlink: “Peki, yeni eyaletlerde yaşayan ve kendini sürgünde hisseden Almanların yurdu neresidir? Hangi sınırların arkasındadır? Tabii ki hiç bir yerde. O halde, hiç bir yerden kaçmayan ve özlemle dönmek istedikleri başka bir yeri (yurdu) olmayan insanlar kendilerini neden sürgünde hissediyor ya da hissettikleri şeye neden “sürgün” adını veriyorlar?
Yazar bu sorulara yanıt ararken çok yerinde olarak, iktidar ve güç ilişkilerine dikkat çeker: “günümüzde insan bulunduğu yerde yabancılaşmaktadır. Yani, Batılı Almanların yönettiği yeni federal eyaletlerde Doğu Alman olmak, beyazların varoşlarında siyah olmak, erkeklerin hükmettiği iş dünyasında kadın olmak ve gençlerin hükmettiği eğlence dünyasında yaşlı olmak gibi…”
Schlink, milliyetçi ideolojinin yurt anlayışını da sorgular. Yurdu hayal ve gerçek karışımı bir yere dönüştüren milliyetçilik genel olarak hırçınlıkları ve çatışmaları körükler. Fakat birden fazla topluluğun yaşadığı coğrafyalarda bu türden bir yurt algısı kaçınılmaz olarak daha vahim çatışmalara yol açar: “Balkanlarda çatışan Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Arnavutlar bir yandan atalarının yaşadığı topraklarda yaşamak istiyorlar. Öte yandan da sadece kendileri gibi olanlarla yaşamayı arzu ediyorlar ve ülkeyi diğer etnik gruplarla paylaşmak istemiyorlar. Fakat farklı etnik grupların bir arada yaşadığı bir ülkede bu istekler gerçekleştirilemez. Bunda ısrar edilirse mutlaka çatışma çıkar.”
Bernhardt Schlink, etnik çatışmaların önünü kesmek için yurt anlayışımızın değişmesinin şart olduğunu, milliyetçi ideolojinin kurguladığı yurt imgesinin gerçekte zaten var olmadığını, bunun bir yanılsama olduğunu anlatır.
Schlink’in söylediklerinden yola çıkarak Kıbrıs’a bakacak olursak, her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, adada yükselen milliyetçilik akımlarının doğası gereği Kıbrıs “yurt” olarak tanımlanmadı. Türk milliyetçiliği adayı “Yavru Vatan” olarak kurgularken, Helen milliyetçiliği ona “Büyük Helen Adası” anlamında “Megalonisos” adını verdi. Uzun yıllar adanın Yunanistan ile birleşmesi veya bir parçasının Türkiye’ye katılması savunula geldi. Kıbrıs’ın kendisi için ve kendi başına bir anlamı olmadı. Bütün özellikleri “Helenizm” ve “Türklük” açısından ele alındı, öyle kurgulandı ve işlevselleştirildi. İnsanların özgürlük içinde birlikte yaşayacakları bir yer olarak algılanmadı. Yurt dendi mi aklımıza sadece “ulusumuz” ve “köklerimiz” vs. geldi. Bütün etno-milliyetçi cemaatlerde olduğu gibi, kimlik ve buna bağlı olarak yurt, mitolojik köken anlatılarıyla açıklandı ve hayal ve gerçek iç içe geçti. Sonunda da iki milliyetçiliğin çatışmasıyla ülke ikiye bölündü ve çok büyük bir nüfus, yaşadığı yerlerden kovuldu veya ayrılarak yer değiştirdi.
Bu durum, iki toplumun da gerçek anlamda “yurt kaybına” uğramasına yol açtı. Kıbrıslı Rumlar yurt hasretine gömülüp yurdu hayallerinde yaşatırken, Kıbrıslı Türkler tam bir yabancılaşma yaşıyorlar. Yaşadıkları yerlerde kendi iradeleri olmadan her şey değişiyor, başkaları tarafından değiştiriliyor. Adeta “gurbette” yaşıyorlar. Bu yüzden de Schlink’in tanımladığı anlamda yabancılaşmadan kaynaklı sürgün halinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyorlar.
Kıbrıslı Rumlara gelince. Artık ne hayallerinde yaşattıkları “Helenizm” var, ne de daha düne kadar yaşadıkları yerlerin önemli bir bölümü. Oralardan kovuldular ve o yerlerde şimdi başkaları yaşıyor. Kovulanlar anılarından kaynaklı gerçek yurt hasreti çekiyorlar. Bu yurt özlemi doğaldır ve ille de saldırganlık anlamına gelmiyor. Fakat yurt özlemi ideolojiye dönüştürüldüğünde doğal mecrasından sapıyor. O zaman o yerler kurtarılması gereken “esir yerler” oluyorlar. Bu da hınç duygusundan beslenen hayali bir yurt kurgusunu beraberinde getiriyor. Orada kimse yaşamasa da, Kıbrıs’ın kuzeyi ideolojik tasavvur sayesinde “Helenizm’in romantik ve organik bir parçası, bir Helen yurdu” sayılıyor. “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür…” Daha çok, gerçek bir yurt hasreti yaşamayan genç kuşaklar arasında yaygın olan bu durum çatışmayı körüklemeye çok müsaittir.
Buradan çıkış, yurt kavramının yeniden tanımlanması ve yerinin yeniden belirlenmesiyle mümkündür. Yurt, insanların varlığının tanındığı ve siyasi bir cemaate ait olarak başkalarıyla özgürce birlikte yaşadıkları bir yer olarak anlaşılırsa, yurt dediğimiz yerin bir etnik gruptan daha geniş olduğu kabul görürse, o zaman milliyetçilik ideolojisinin mitsel ve dar yurt anlayışından arınabiliriz. Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar karşılıklı tanınma sayesinde ve sonucunda çoğulcu bir ortamda birlikte yaşayabilirler. Böyle bir yurtta Kıbrıslı Türkler yabancılaşmadan kurtulurken, Kıbrıslı Rumların da yurt hasreti ve “yurt kavgası” sona erer. Kuşkusuz, bu durum, globalleşme çağında bireyler olarak yaşadığımız yabancılaşma ve sürgün duygularına çare oluşturmayacaktır. Fakat milliyetçi saplantılardan arınmamıza yardımcı olacaktır ki, bu da yurdu doğal mecrasına koyacaktır…