Tecavüz ve Yüzleşme
Mağdurların hatırlamaya ihtiyacı vardır
Geçtiğimiz günlerde Doğuş Derya’nın mecliste yaptığı konuşma bastırılan, susturulan, unutturulmaya çalışan adaletsizlikleri hatırlamamıza dönük bir çağrıdır. Bu anlamda da Hakikate çağrıdır. Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler bu çağrıya mutlaka kulak vermelidir. Çünkü bir Yahudi atasözünde söylendiği gibi, “kurtuluş hatırlamaktan geçer.”
Neden Yüzleşme?
Güney Afrika’da “Hakikat ve Barışma Komisyonu” kurulduğunda komisyonun kuruluşunu ilan eden Adalet Bakanı şöyle demişti: “Barışmak cezadan muaf tutma ve bir af etme meselesi olarak görülemez. Bu, geçmişi olmuş bitmiş sayan bir anlayış olurdu. Oysa geçmişin yaralarının sarılabilmesi için hakikati ortaya çıkarmak ve olup biteni kabul etmek temel bir gerekliliktir.”
Yüzleşme konusunda yaptığı çalışmalarla tanınan Alman hukukçu Bernhard Schlink ise geçmişle yüzleşmenin önemini şu sözlerle anlatır: “her ne kadar geçmişte yaşananlardan dolayı yeni kuşakları sorumlu tutamazsak da, eski suçların yeni kuşaklara devredildiği bir yer vardır. Bir toplumun üyeleri geçmişte işlenen suçları açığa çıkarıp kabul etmezlerse, kendi toplumunun suçlu üyelerini bağırlarına basıp korurlarsa, o zaman suça ortak olurlar. Suç, yeni kuşakları bekliyor demektir, ta ki bunu kabul edip kınayana kadar. Suçtan arınmak ancak o zaman mümkün olur.”
Gerçekten de geçmişte yaşanılan şiddeti ve işlenen suçları kabul edip kınamazsak suçtan arınmak mümkün değildir. Ayrıca, yüzleşme sadece geçmişi ilgilendiren bir konu da değildir. Günümüzde siyaseti yönlendiren hâkim söylemleri yapı-bozumuna uğratmak için de gereklidir. “Gerçek iktidarların geçmişi denetleyen iktidarlar” olduğundan hareket edersek, geçmişe nasıl baktığımız, oradan günümüze neler aktardığımız, ya da hâkim güçlerin geçmişten seçip “tarih” diye önümüze koyduklarına karşı itiraz edip etmediğimiz büyük önem taşır.
Geçmiş okumalarının Walter Benjamin’in dediği gibi, “kuralları hâkim sınıfların koyduğu bir arenada gerçekleştiğini”, yani iktidarların bir kurgusu olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Benjamin bu yüzden geçmişi, daha doğrusu geçmiş algısını “değiştirmeyi” çok önemsiyordu. Benjamin, bize öğretilen geçmişin galiplerin, hâkim sınıfların, kısaca, iktidarların yarattığı bir geçmiş algısı olduğunu ve özgürleşmek için geriye bakarak “geçmişi değiştirmemiz” gerektiğini söylüyordu. Bununla söylemek istediği şey, elbette geçmişte olup biten olayları tersine çevirebileceğimiz değildir. Benjamin, geçmişe yüklenen anlamı, dolayısıyla da geçmiş algımızı değiştirebileceğimizi kastediyordu. Geçmişin anlamını değiştirmek, geçmişte yaşanan haksızlıkları, adaletsizlikleri ve acıları suskunluğa mahkûm edilmekten kurtarmak ve şimdiki zaman içinde saklı duran dönüştürücü potansiyeli açığa çıkarmak anlamına gelmektedir. Benjamin bu noktadan hareket ederek, “geçmiş kuşaklar ile aramızda üstü örtülü bir anlaşma” olduğundan ve “geçmişin üzerimizde hak iddia ettiğinden” söz eder.
Özellikle Kıbrıs gibi barışın olmadığı ülkelerde tarafların adalet ve tarihsel adaletsizliklere bakışı çok daha önemlidir. Çünkü bu adaletsizliklerin toplumları nereye sürükleyeceği meçhuldür.
Örneğin Kıbrıslı Rumların resmi tarih anlatısının etkisi altında 1960’lı yıllarda Kıbrıslı Türklerin maruz kaldıkları şiddet ve adaletsizlikleri göre(e)memeleri onların ülkenin neden iki-bölgeli, iki toplumlu federal bir devlet kurma noktasına geldiğini kavrayamamalarına yol açtığı gibi, varılan bu neticeyi “haksız bir dayatma” olarak algılamalarına da yol açmaktadır. Benzer bir durum Kıbrıslı Türkler için de söz konusudur. Kıbrıslı Rumların yaşadığı ağır mağduriyetleri kabul etmeden barış yapmak imkansızdır.
Almanya Eski Cumhurbaşkanı Weizsacker 1985 yılında yaptığı bir konuşmada, “geçmişe gözlerini kapatanlar şimdiki zaman karşısında kör kalırlar” diyordu. Ayrıca, şu da bir gerçektir ki, yaşanan travmalar karşısında susmak bazen mağdurlara geçici bir süre için travmaya karşı mesafe alma imkanı sunsa da, konuyu tabu haline getirmek öncelikle faillere yarar.
Hiçbir zaman sorgulanmayacaklarını düşünüp kendilerini güvenlikte hissederler. Bu yüzden “tabulaştırmak” faillerin başlıca amacıdır. Bu bağlamda Doğuş Derya’ya saldıranlar arasında Kenan Akın’ın da yer alması tesadüf değildir.
Oysa mağdurların hatırlamaya ihtiyacı vardır. Çünkü mağdur hatırlayıp yüzleşmediği sürece travmasını tedavi edemez. Kıbrıs’ta maalesef karşılıklı yapılan kötülükleri hatırlamak, konuşmak ve kabul etmek istemiyoruz. Kötü anıları ne bir tarafa kaldırabiliyoruz, ne de bunlarla yüzleşebiliyoruz. Bu yüzden de geçmişin tarihi ile şimdinin gerçekliğini ayırt edemiyoruz. Yine bu yüzden, Antony Negri’nin bir vesile ile İtalya için söyledikleri bizim için de geçerlidir: “Hatırlamamız gerektiğinde unutmaya çalışıyor, unutmayı bilmemiz gerektiğinde de hatırlamaya mecbur bırakılıyoruz.” Ve en önemlisi, hiç kimse hiç bir şey için kendini suçlu hissetmiyor. Oysa suçluluk duymak, yüzümüzün biraz kızarması, geçmişle yüzleşmede çok önemli olduğu gibi, geleceğe dönük çözüm arayışlarında da önemli rol oynar. Onarıcı-Suçluluk, uzlaşmaya dayalı çözüm arayışında olmazsa olmaz bir unsurdur.
Bu incelemede gündeme oturan tecavüz konusuna dönelim ve özellikle Kıbrıslı Rum kadınların mağduriyetine kısaca göz atalım. (Kıbrıslı Türk kadınların mağduriyetine bir Kıbrıslı Rum arkadaşımızın değineceğini umuyorum)
——————
Ağrotur Hastanesi’nde kürtaj
“Savaş” ve “Kadın” sözcüklerini yan yana dizdiğimizde aklımıza ilk gelen “kurban” sözcüğü olur. İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşların bu gerçeğe işaret ediyor olması, erkek egemen toplum düzenlerinden kaynaklanıyor. Düşman ordularının mensup olduğu, klan, kabile, dinsel cemaat, İmparatorluk veya ulus olsun, savaşta kadın bedenine saldırı mensup olduğu halkı aşağılamak ve erkeklerin “onurunu kırmak” olarak görüle gelmiştir. Ataerkil düzenlerde kadın “halkın bedeninin” sembolik simgesi olarak algılanıyor. Tam da bu yüzden çok yakın geçmişe kadar mağdur olan kadınların ait olduğu toplumlar tecavüz vakalarını konuşmaktan kaçınıyorlardı. Sadece çok yakın geçmişte Bosna ve Kosova’da yapılan tecavüzler ilk defa açıkça dile getirilebildi. Kıbrıs da bu konuda ketumdur. Elli yıllık etnik gerilim ve çatışma döneminde tecavüze uğrayan Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum kadınların hikayeleri pek konuşulmuyor. Bugün bile Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk yetkililer bu konuya değinmekten kaçınıyorlar. Örneğin Kıbrıs Rum Radyo ve Televizyon Kurumunda tecavüze uğrayan kadınların hikayelerini dillendirmek yasaktır. Bu, Kıbrıs Türk toplumunda da böyledir. Nitekim aşağıda da göreceğimiz gibi, 1974 savaşının ardından insani meseleleri görüşmek için bir araya gelen Rauf Denktaş ile Glafkos Kliridis bu konuda oldukça ihtiyatlı davranmaya çalışıyorlardı.
***
Denktaş-Kliridis Görüşmeleri ve Tecavüz Kurbanı Kadınlar
1974’te savaş biter bitmez insani konuları görüşmeye başlayan Rauf Denktaş ile Glafkos Kliridis’in el attıkları en zor konulardan biri tecavüz vakalarıydı.
Nitekim iki lider bu konuda duyarlılık göstererek tecavüz kurbanı kadınların aileleri ile birlikte yaşadıkları yerlere geri dönmelerini ve muayene edilip tedavi görmelerini kararlaştırmışlardı.
15 Ekim 1974 tarihine kadar International Committee of the Red Cross (Uluslararası Kızıl Haç Komitesi) tecavüz kurbanı 2 Kıbrıslı Tük tespit etmişti.
Kıbrıslı Rum kadınların sayısı ise 40 olarak veriliyordu.
Denktaş, 2 Kıbrıslı Türk kadının adanın kuzeyinde gizlilik içinde tedavi edilebileceğini söylüyordu.
Fakat Kliridis oldukça zor bir sorunla karşı karşıyaydı. Kıbrıslı Rum kadınların Kıbrıs Rum hastanelerinde tedavi olmaları kamuoyunda büyük bir infiale yol açabilirdi.
Bunun üzerine Uluslararası Kızıl Haç Komitesi tecavüze uğrayan Kıbrıslı Rum kadınların tedavilerine yardımcı olmak için İngiliz üslerinden yardım talep etti.
İngilizlerin olumlu yanıt vermesi üzerine, 22-29 Ekim arasında toplam 37 Kıbrıslı Rum kadın Ağrotur Askeri Hastanesine kaldırıldı. 12 ve 45 yaş arasında olan kadınların çoğu genç yaşlarda idi.
Biri 14, öteki de 21 yaşında olan iki kadının kürtaj olması gerektiğinden, Egemen Üs Bölgeleri özel bir kararla kürtaj yapılmasını olanaklı kıldı.
Denktaş Şok Oluyor
Tecavüzler sadece iki tarafın düzenli ordu mensubu askerler tarafından yapılmamıştı.
Sivil Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler, ya da EOKA B üyesi olan fanatik unsurlar da tecavüz eylemlerinde bulunmuşlardı.
Nitekim Karpaz’da bir Kıbrıslı Türk’ün bir köyde papazı öldürülüp kızına tecavüz ettiğini öğrenen Rauf Denktaş derhal bölgeye ziyaret etmeye karar verdi ve savaşın ardından Karpaz bölgesine ilk ziyaretini bu vesile ile yaptı.
Rauf Denktaş, 12 Eylül günü ABD Kıbrıs büyükelçisini durum hakkında bilgi verirken, iki toplumun insanlık dışı davranışları karşısında “şok olduğunu” söylüyordu.
Bu olayın üstünden birkaç gün geçmesine karşın Türk askerlerinin hiç bir şey yapmadıklarını, olayın duyulması halinde Kliridis’in çok üzüleceğini düşündüğünden, bu suçu işleyen Kıbrıslı Türk’ü yargılayıp cezalandırmak için bizzat Karpaz’a gittiğini, gezdiği köylerde dinlediklerinden iki toplumun da acımasızca davrandığını fark ettiğini ifade ediyordu.
Denktaş, ayrıca, Amerikalı diplomata Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türk kadınlara tecavüz ettiklerine dair epeyce vaka işittiğini ama bunları kamuoyuna açıklamayacağını söylüyordu.
1976 yılında Avrupa İnsan Hakları Komisyonu (European Commission on Human Rights) Türk ordusu tarafından Elia köyünde işlenen suçları araştırırken bazı askerlerin tecavüz suçu işlediklerini tespit etti.
Bu tecavüzlerden en az ikisinin komutanlar tarafından yapıldığını belirten Komisyon, bu tecavüzlerin sıra dışı bir disiplinsizlik olayı olmasına karşın yetkililerin tecavüzlerin önüne geçmek için önlem almadığını, tecavüzlerden sonra da cezalandırıcı işlem yapılmadığını tespit ederek, yetkililerin tecavüzlere göz yummuş olduğunu ileri sürüyordu.
Prof. Yalçın Küçük’ün Tanıklığı
1974 savaşında Türk ordusunda ast teğmen olarak görev yapan Profesör Yalçın Küçük, yıllar sonra Yunanlı bir gazeteci ile yaptığı nehir söyleşisinde savaş esnasında yaşadıklarını, gördüklerini ve duyduklarını ayrıntılı biçimde anlattı.
Yalçın Küçük anlatısında tecavüz olaylarına da değindi.
“Necati’nin sözünü ettiği kadın var ya, hani önünde tecavüz ettikleri… O Timbou köyündeydi. Ben orada değildim. Göz şahidi değilim. Necati ağlayarak bu olayı bana anlattı. Necati yirmi yıldan beri orduda komutan olarak görev yapıyordu. Evliydi ve çocukları vardı. Bunu nasıl yaptıklarını aklı bir türlü almıyordu. Yapanlar komutan arkadaşlarıydı. Bozuk plak gibi kafası bu olaya takılmıştı. Beni her gördüğünde tekrar tekrar bu olayı anlatırdı. Kadına iki kişi tecavüz etmişti. (…) Annesinin ve çocuğunun önünde… Necati dayanamıyordu. Her anlattığında ağlıyordu…”
Prof. Küçük başka bir olaya değinirken de şunları söylüyordu:
“Sana bir kadının öldürülüşünü, hayvanca bir eylemi anlatacağım, aklımdan hiç çıkmayan… Adını hatırlamadığım bir köyde Alkaçoğlu’nun emrinde temizlik operasyonları yapıyorduk. Kıbrıs’ın selvi ve efkaliptüs ağaçlarıyla dolu olan köylerinden biriydi… (…) Ansızın yakınımda silah sesleri duydum ve iki asker gördüm. Gururla bağırıyorlardı: ‘Öldürdüm, öldürdüm komutanım’. Elleriyle işaret ettikleri yere doğru yöneldim. Genç bir kadın inleyerek toprağa bakıyordu… Elleri arkaya bağlıydı ve bacakları açıktı. Bacaklarının arasından beyaz sıvı ile kan akıyordu. Tabancalarını kadının karnına boşaltmışlardı. Karnından akan yağlar açık ve yaralı olan cinsel organına yapışmıştı.”
“Sen bizim ne hissettiğimizi bilemezsin”
Yalçın Küçük anlatısında savaş ortamlarının insanlarda (erkekler demek istiyor/ NK) sadist duyguları güçlendirdiğini de ileri sürüyordu: “Sen bizim o zaman savaşta ne hissettiğimizi bilemezsin… Tuhaftır ama cinsel iştahımız azalmıyor, artıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, kan ve şiddet insanı tahrik ediyor. Hepimizin içinde, az veya çok, iyi gizlenmiş bir sadist vardır.”
———————————————–
200’den fazla kürtaj oldu
Türkiye 1974 savaşı esnasında işlenen suçlardan dolayı yargılandı. İlginçtir, Kıbrıs Rum toplumu ile Kıbrıs Türk toplumunda öteki topluma karşı suç işleyen tek bir kişi mahkeme önüne çıkarılmadı.
Kıbrıslı Rum Kadınların Tanıklığı
Tecavüze uğrayan Kıbrıslı Rum kadınların bir kısmı 1974 yılında sıcağı sıcağına polise ifade vermişti. Bu ifadeler belgelenerek arşivlendi. Burada şahıs ve yer isimleri sansürlenmiş olarak bu ifadeleri bazılarını okuyucunun dikkatine sunuyorum:
“Evliyim. Kocamın adı …….dir. Altı çocuğum var, 7 ve 16 yaş arası… Evimize dört asker geldi. Üçü Kıbrıslı Türk’tü, biri Türkiyeli. Onlar eve girer girmez kocam teslim oldu ve çocukları alarak dışarı çıktı. Askerin biri evde kaldı ve dışarı çıkmamı engelledi. Silahıyla karnıma vurdu ve beni karyolaya itti. Korku içinde ağlayarak vazgeçmesini söylüyordum. Sonra beni dışarı çıkardı. Elimden sıkı sıkı tutuyordu. ….. yere kadar geldik (yer adı kasten belirtilmiyor). Oğlum İ. arkamızdan geliyordu. …. Oğlumun önünde bana tecavüz etti. (Tecavüz edilen kadının ifadesi, İfade Belgesi Numarası: 93)
15 yaşında bir kızın ifadesinde ise şunları okuyoruz:
“Saat 15.00 sularında erkekleri, yaklaşık 90 kişi, alıp götürdüler. Onları bir daha görmedim. Genç kızları ayırarak yan taraftaki odaya götürüp onlara tecavüz ediyorlardı. Kızlar giderken de dönerken de ağlıyorlardı. 17 Ağustos günü saat 10.30 sularında ben diğer kadınlarla birlikteydim. ……. biri geldi ve elimden çekerek beni zorla küçük bir odaya götürdü. Annem ile ben, çaresiz, karşı koymaya çalışıyorduk. Odaya girer girmez soyunmadığım için beni dövmeye, yüzüme ve ellerime vurmaya başladı. Beni yere yıktı ve silahı ile tehdit ederek bana tecavüz etti. Beni götürdüklerinde kız kardeşlerimi de götürmüşlerdi. Onları ayrı ayrı odalara koyarak onlara da tecavüz ettiler.” (…… 15 yaşında, İfade Belge Numarası: 61)
60 Yaşında bir kadının ifadesi:
“İki Türk’ten biri el kol işaretleriyle beni kirletmek istediğini ifade ediyordu, ben karşı koyuyordum. Sonra bana elleriyle ve tüfeğin kundağı ile vurmaya başladı. Zorla pantolonumu çıkardı ve kendi yatağımda bana tecavüz etti. Sonra öteki geldi ve o da bana tecavüz etti. Sonra gittiler. Bugüne kadar, 20 Ağustos 1974 Salı günü, evimde kaldım. Saat yedi de yürüyerek ayrıldım ve Dimtiris’in tuvla fabrikasına geldim. Orada pek çok Türk askeri gördüm. Aralarında bir de Kıbrıslı Türk vardı. Kıbrıslı Türk halimi görünce bana acıdı ve beni Amerikan radyosunda bulunan Birleşmiş Milletler askerlerine götürdü. Sonra beni polisler devraldı ve sivil savunmaya getirdiler. Ağır yaralıyım ve doktorların beni muayene etmesini istiyorum.” (60 yaşında Mia Milialı bir kadın, İfade Belge Numarası: E 57/2)
14 yaşında bir kızın anlatısı:
“Dün, Cuma akşamı, 16 Ağustos 1974’te bir Türk askeri beni aldı ve deponun dışına çıkardı. Tarlalarda ellerim ve gözlerim bağlı olarak ve kıyafetlerimi çıkarmadan bana tecavüz etti. Bugün Cumartesi, 17 Ağustos 1974, saat sabah sekizde başka bir Türk askeri beni deponun yanında bulunan bir mandıraya götürdü ve o da bana tecavüz etti. Öğleden sonra saat 14 sularında bir Türk askeri -sanırım sabah gelendi- beni mandıraya götürüp bana yeniden tecavüz etti. (………, 14 yaşında, İfade Belge Numarası: E. 52)
Eski Cumhurbaşkanlarından Yorgos Vasiliou’nun eşi Androulla Vasiliou’nun ağzından Yorgulla adlı kadının yaşadıkları:
“Yorgulla ailesi ile birlikte Türklerin eline geçen Mia Milya’da/Haspolat’ta yaşıyordu. Köyün erkekleri esir alınarak Türkiye’ye gönderildi. Yorgulla ve ailesinin de aralarında bulunduğu kadın ve çocuklar ise Pavlidis’in garajına götürüldüler. Orada kadınlara tekrar tekrar tecavüz ettiler ve üzerlerindeki bütün paraları ve mücevherleri aldılar. Yorgulla aralarında İngilizce bilen tek kadındı ve Türklere tercümanlık yapıyordu. Bu nedenle ona saygı gösterip tecavüz etmediler. Bu vahşi eylemlerini bitirince Yorgulla’nın bütün parasını aldılar ve iki çocuğu ile birlikte istediği yere gitmesi için onu serbest bıraktılar. ”
İki Yüzden Fazla Kürtaj
2014 yılında “Öteki Savaş” başlığıyla doktorlar derneği tarafından yayınlanan ve 1974 yılında görevli doktorların tanıklıklarının derlendiği kitapta tecavüzler yüzünden 12-18 yaş arası 200’den fazla kadının kürtaj olduğu belirtiliyor.
Kürtajların yapılabilmesi için Ortodoks dininin kürtaj yasağı geçici düzenleme ile kaldırılmıştı.
Tecavüz Olayları Sistematik Değildi
Kıbrıs Savaşında, bütün savaşlarda olduğu gibi, tecavüz olayları olduğuna şüphe yoktur. Tanıklıklar bunu yeteri kadar ortaya koyuyor. Fakat şurası da bir gerçektir ki tecavüz, Kıbrıslı Rumları yerlerinden kovmak için bilinçli ve yaygın olarak kullanılan bir yöntem değildi.
Bu bakımdan Kıbrıs’taki tecavüz olayları Kosova ve Bosna’dan farklılık arz ediyor. Kadınlara tecavüz eden asker veya sivil Türkiyeli veya Kıbrıslı Türkler tecavüzleri disiplin suçu işleyerek yaptıkları anlaşılıyor. Nitekim Türk ordusunun işlediği savaş suçlarını değerlendiren BM’nin o dönemdeki Mülteci Komiseri Prens Sadruddin 30 Ağustos 1974 tarihinde Birleşik Krallığın BM Cenevre Temsilcisine yaptığı bir açıklamada “Türk birliklerinin çoğunun disiplin işinde ve iyi davrandığını ama bazı birliklerin çok kötü davrandıklarını” söylüyordu.
1960’lı yıllardan 1974’te kadar Kıbrıslı Türk kadınların mağdur olduğu tecavüz olaylarına dair elimizde veriler yoktur. Fakat bu çalışmada değindiğimiz bir iki vakıa dışında pek çok vakıanın olduğu kesindir.
Bunların özellikle Kıbrıslı Rum araştırmacılar tarafından dile getirilmesi gerekiyor.
Doğuş Derya’nın Çağırısını Doğru Okumak
Doğuş Derya birilerinin iddia ettiği gibi “Türk askerini” veya taraflardan birini suçlamak için konuşmadı. Nitekim on dakikalık konuşmasının hiç bir yerinde “Türk ordusu” lafı geçmiyor. Durum böyle olduğu halde hem Kuzeyde hem de Güneyde bazıları bu iddiayı hala ortaya atabiliyor. Bu da bize Doğuş Derya’nın aslında herkese açık olarak yaptığı yüzleşme çağırısından iki tarafın da korktuğunu gösteriyor. Yüzleşme elbette kolay değildir. Acılı bir süreçtir. Fakat Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türklerin ret ve inkar mekanizmalarıyla ileriye gidemeyeceklerini anlamak zorundadırlar. Üstelik, nereye gidersek gidelim, bastırdığımız geçmiş arkamızdan gelecektir. Doğuş Derya’nın son derce hümanist konuşmasının bu kadar büyük tepkilere yol açmasının nedeni aslında budur. Dönüp bakmaya, hesaplaşmaya korktuğumuz geçmişimizin bir hayalet gibi üstümüze çullanmasından korktuğumuz için haykırıyoruz. Fakat bu nafile bir hezeyandır. Bastırdığımız geçmiş, bugün veya yarın, bir vesile ile yine karşımıza dikilecektir. Ve şunu bilmeliyiz ki, yüzleşmediğimiz sürece yüzsüz bireyler ve toplumlar olarak yaşamaya mahkumuz.