Sevgi Üstüne
İspanyol düşünür Jose Ortega y Gasset, “bütün sevgiler çılgın aşk döneminden geçer ama bütün aşklar sevgiye dönüşmez” der. Bu gerçekten böyledir. Aşktan sevgiye geçmek hiç kolay değildir. Genellikle aşk bittiği zaman sevgi de biter. Hatta bazı hallerde aşk yerini yok edici bir nefrete bırakabiliyor. Oysa sevgi, Gasset’in dediği gibi, kendisini sevgilinin yararına ortaya koyar ve sevilen kişiye karşı yüceltici, okşayıcı, övücü, olumlayıcı bir tutuma yol açar. Gasset, “sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir çabayla canlılık katmak, onu yaratmak, isteyerek korumak eylemidir” der. Sevmek bizi sevdiğimiz nesneyle bütünleştirir. Bütünleşmek yalnızca bedensel bir birleşme değildir. Simgesel bir bütünleşme içindeyiz de. Ruhumuz genişleyerek her türlü mesafeyi aşar. Sevgi gönülleri birbirine yakınlaştırarak uyum yaratır. Gerçek sevginin en açık göstergesi, sevgiliye, mekan birliğinin sağladığından daha derin bir bağlılık ve içtenlikle yakın olmaktır. O kişiyle canlı bir birliktelik yaşamaktır. Yani, onunla alın yazısını paylaşarak birlikte olmaktır. Gasset bu noktada şöyle der: “Bir hırsızı seven biri, bedeni nerede bulunursa bulunsun, duygularıyla hapiste yaşıyor demektir.”
Böyle bir sevgi, ayrılık olsa da, hiç bir zaman bitmez. Sevgide duyulan bağlılık diğerinde erimekten çok, farkındalıkla yaşanır. Sevdiğiniz kişi ile içinde öznelerin yok olup gittiği metafizik veya mitolojik bir birlik yerine, bireylerin özgüllüklerine saygılı ve sorumluluk duygusuna dayalı bir beraberlik yaşarsınız. Buradaki sorumluluk duygusu dışa dönük, yani, süper-egonun koşullandırdığı bir sorumluluk değil. Sevdiğiniz kişiye karşı beslediğiniz derin duygulardan, yani içinizden kaynaklanır. Kendinize koyduğunuz olası sınırlamalar zorunluluktan çok, sevdiğiniz kişiyi gözetip gönüllü olarak yaptığınız oto-sınırlamalardır. Sevginizi ancak bu sayede sevdiğinize hissettirebilirsiniz. Marks’ın da dediği gibi, “sevginiz, sevilen kişi tarafından hissedilmezse, ona ulaşmazsa, güçsüz bir sevgidir.”
Sevgi ile arzu kesinlikle aynı şey değildir. Sevgi, bir nesneye karşı duyulan salt duygusal etkinliktir. Bu nesne, herhangi bir şey veya bir kişi olabilir. Duygusal bir etkinlik olarak sevgi, diğer zihinsel işlemlerden ve arzulardan ayrılır. İnsan susadığı zaman bir bardak suyu arzu eder ama onu sevmez. Kuşkusuz arzular sevgiden doğabilir ama sevginin kendisi arzu değildir. Sevgi yapısı gereği sevdiğimiz adına kendimizi ortaya koyduğumuz bir eylemdir. Evet, sevmek eylem demektir. Bu açıdan sevgi ile nefret arasında benzerlikler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü nefret de eyleme geçirici bir duygusal durumdur. Fakat nefret nesnesini yok etmek için harekete geçerken, sevgi yaşatmak ve çoğaltmak için harekete geçirir.
Kimi, neyi, neden sevdiğimiz konusu oldukça karmaşık bir konudur. Eski Yunan ve Roma düşüncesinde sevgi hiyerarşik bir ortamda gerçekleşir. Buna, tıpkı bir merdivende olduğu gibi, aşağıdan yukarıya doğru tırmanma da diyebiliriz. Çünkü seven kişi, sevgisini kendisinden daha “yukarıda” gördüğü birine yönlendirir. Çirkin güzele, cahil eğitimliye vs… Eski Yunan’da bunun böyle olması yarışmacı bir dünyada herkesin “yukarıya tırmanma kavgası” (agon) içinde olmasındandır. En tepeye tırmananlar zaten sevmezler. Platon’un dediği gibi, “Tanrı olsaydık, sevmezdik!” Aydınlanmayla beraber başlayan modern dünyada “tanrısal boyut” kazanan erkeklerin “sevme özürlü” olmaları biraz da bundan kaynaklanıyor.
Hristiyanlık öğretisi, Eski Yunan’dan farklı olarak, sevgiyi “yukarıdan aşağıya” yaymayı erdem sayar. Erdem, güzel olanların çirkinleri, zenginlerin fakirleri, sağlıklı olanların hastaları, güçlülerin güçsüzleri sevmesidir. “Komşunu seveceksin” komutu buradan kaynaklanıyor. Fakat böyle bir sevginin “erdem” olup olmadığı tartışmalıdır. Tartışma konusu şu soruda yoğunlaşır: örneğin güçlü birinin zayıf birini sevmeye yönlendiren nedir? Bunu kendi içinde barışık olduğu için mi yapar, yoksa kendinden kaçtığı için mi? Bu soru aslında bütün sevme öğretileri ve pratikleri için de geçerlidir. Kendimizi taşıyamadığımız için mi birisini seviyoruz yoksa kendimizle barışık olduğumuz halde birisini, “o” olduğu için, yani, “kendisi” olduğu için mi seviyoruz? Kendimizden kaçış olarak sevmek, bir boşluğu doldurmak için sevmek, kendisini mutlaka ele verir. Bencil bir edim olarak bu türden bir sevginin nefrete dönüşmesi kaçınılmazdır. Sevgimizi yönelttiğimiz kişi bizi terk ettiği zaman nasıl yaşayacağımızı, yaşamla nasıl baş çıkacağımızı bilemediğimiz için, yine bencil bir tutkuyla ama bu sefer nefret üretmiş oluyoruz. Uzun lafın kısası, hem kendinizle barışık olacaksınız, hem de seveceksiniz. Platonun sözlerini değiştirerek söylersek “ hem Tanrı olacaksınız, hem de seveceksiniz…”
Kolay mı?
Kaynak: Sevgi Üstüne – Niyazi Kızılyürek