Post-Hakikat Politikası ve Kıbrıs Görüşmeleri
Oxford Sözlüğü 2016 yılının en popüler sözcüğü olarak Post-Hakikat (Post Turth) terimini seçti. Bu kavram bir süreden beri dolaşımda olmakla birlikte, Birleşik Krallığı Avrupa Birliği’nden koparan referandum sürecinde yürütülen kampanyalar ve ABD seçimlerinde Donald Trump’ın takındığı tavırlar Post-Hakikat sözcüğünü popülerleştirdi. Bazılarına göre, artık Post-Hakikat Döneminde yaşıyoruz.
Post-Hakikat aslında bir “yalan sanatıdır” ama yalanı saklamayı beceriyor. Gerçek verilere dayanmayan ve duyguları hedef alan bir söyleme dayanıyor. Aslında gerçek de bütünüyle yadsınmaz ama bu söylemde gerçeğin önemi kaybolup gider. Seçici bir yaklaşımla bazı bilgi kırıntıları bağlamından koparılarak yan yana getirilir ve bir imge/algı yaratılır. Bunun gerçek olup olmaması siyasileri ilgilendirmez. Önemli olan, kitleler üzerinde duygusal etki yaratmaktır.
Günümüz dünyasında maalesef Post-Hakikat siyasetine olmaya doğru süratle yol alıyoruz. Ülkemizde ise durum daha da vahim. Cenevre öncesinde çözüm karşıtı siyasi partilerin ve elitlerin söylediklerine bakılırsa, Post-Hakikat siyasetinde rekora koşuyoruz. Yalan yanlış bilgilerle, çarpıtılmış verilerle yurttaşlara “çözüm-korkusu” aşılamak için her yola baş vuruluyor. Kıbrıs Rum toplumunda bu “yalan sanatının” başını Nikolas Papadopullos çekiyor. Gerçeği geri plana atmaktan, verileri çarpıtmaktan hiç çekinmeyen DİKO başkanı, Kıbrıslı Rumlar arasında korkuya dayalı bir duygu ortamı oluşturmaya çalışıyor. Kıbrıs Türk toplumunda da benzer tavırlar içinde olanların sayısı az değil.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada gördüğüm Fazilet Özdenefe’ye ait bir yazı, Kuzey Kıbrıs’ta yürütülen Post-Hakikat siyasetine dikkat çekiyor ve gerçekleri çarpıtan bu siyasetin ipini pazara çıkarıyor. Özdenefne’nin 27 Aralık 2016 tarihinde paylaştığı yazının Cenevre öncesinde bir kez daha okunması ve üzerinde düşünülmesi gerektiğine inandığım için, yazıyı köşemde okurlarla paylaşıyorum:
“Son günlerde adı henüz resmen konmamış bir ‘Hayır’ kampanyası çerçevesinde sözde farklı ama özde benzer siyasi mayayı taşıyan bazı kesimler müzakere süreci ile ilgili gerçek dışı tespitlerde bulunuyor, eleştiriler yapıyor ve ‘akıl’ hocalığı alanında da uzman olduklarını ispat etmeye çalışıyorlar.
Liderlerin sürdürdüğü müzakere sürecinde gelinen aşamadan dolayı paniğe kapılan geleneksel sağın bazı temsilcileri her türlü anlaşmaya hayır diyeceklerini ifade etmeye halihazırda başladılar. Kıbrıslı Türklerin belirli konulardaki haklı hassasiyetlerinden yola çıkıp, çıktıkları yolda konuyu tamamen çarpıtarak zeminsiz korkular yaratma gayreti içerisinde olan bu kesim ‘hayır’ düğmesine çoktan basmış; şimdiden Türkiye’den milliyetçi köşe yazarları ülkeye misafir edilmiş, yıllardır alışık olduğumuz hamasi söylemlerin de tozları alınıp üstleri parlatılmaya başlanmış bile.
Bu kesimin ‘her şartta HAYIR’ duruşuna alışık olsak da, daha az alışık olduğumuz ‘yeni’ bir hayır cephesi de zemin yoklamasına, biraz ürkek, biraz çekingen – ama ziyadesiyle ‘bilgiç’ bir üslupla, başlamış bulunuyor. ‘Biz de çözüm isteriz, ama..’ ile başlayan uzun ve ‘bilgi’ dolu paragraflar kurgulayan, ‘ne sağcı, ne de solcu’ olmakla övünen, ancak özünde yine çözüm karşıtlığı olan bu ‘yeni nesil hayırcı’lar hiç bir surette iddia ettikleri gibi ‘yeni’ herhangi bir siyasi duruş ortaya koymadan yollarına devam edeceğe benziyorlar. ‘Sarih çoğunluk’ ve ‘iki kesimlilik’ gibi kavramları, yeni nesil yöntemlerle korku politikalarına harmanlamaya çalışan bu ‘yeni nesil hayırcı’ların hayatlarımıza kattığı yegane ‘yeni’ ise eskinin korkularını daha zekice ve ‘daha yeni’ popülist söylemlerle ‘yeni’den üretiyor oluşları.
Türkçeye gerçek-ötesi / gerçek-sonrası/ post-olgusal şeklinde de çevrilebilen ve son dönemin moda terminolojisi haline gelmiş olan ‘post-truth politics’ kavramı tam da içinde bulunduğumuz durumu özetliyor aslında. Doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği, en azından yitirtilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Belirli konular üzerinde kamuoyunu belirlemede nesnel hakikatlerden değil de duygulardan ve kişisel kanaatlerden yola çıkılarak kamuoyu belirlenmeye çalışılıyor, zaman zaman başarılı da olunabiliyor. ‘Geleneksel’ hayırcılar ve ‘yeni nesil’ hayırcılar bu noktada ortak bir zeminde birleşiyor ve kendilerine özgü farklı üsluplarla da olsa, aynı konular ve hassasiyetler üzerinden bilgi kirliliği ve yanıltma sağlayabiliyorlar.
Olguların saptırılması suretiyle temelsiz kanaatlere ulaşılması ve bu kanaatlerin mutlak doğrular olarak lanse edilmesi muhakkak ki ne ilktir, ne de son olacaktır. Bu noktada atılacak en doğru adımın sürecin her aşamasında yanlış bilgiyi ifşa etmek olduğu düşüncesiyle, bir kaç hakikate özet olarak değinmekte fayda görmekteyim:
1- Müzakerelerde her iki taraf arasında varılan mutabakatlara göre kurucu devlet parlamentoları için seçme ve seçilme hakkı, kurucu devletler temelinde ve sadece kurucu devletlerin vatandaşlarına verilecek bir hak olarak düzenlenmiştir. Parlamentoya seçme-seçilme hakkı ikamet bazlı olmayacaktır. Annan Planından farklı olan bu değişiklik iki toplumlu ve iki bölgeli yapının korunması açısından önemlidir.
2- AB Parlamentosu seçimlerinin de kurucu devlet vatandaşlığı temelinde olması hususunda taraflar arasında yakınlaşma sağlandığı anlaşılmaktadır-her hâlükârda aksini düşünmemizi gerektirecek bir veri elimizde yoktur.
3- Kurucu devlet vatandaşları dışında kurucu devletlerde yaşayacak kişilerin statüsü ile ilgili olarak, Annan Planından farklı olarak, ikamet izni kavramı yerine ‘yasal ikamet ‘(‘legal domicile’) kavramı/statüsü benimsenmiştir. Daha kapsamlı olan ‘yasal ikamet’ statüsü üzerinde uzlaşılmış olunması, eleştirilmeye çalışıldığı bağlamda, yansıtıldığı gibi olumsuz değil, aksine bu yönde hassasiyetleri olanlar açısından olumlu bir gelişmedir. Şöyle ki; Annan Planına göre belirli bir süre sonra ilgili kısıtlamalar sona erecekken, şimdi üzerinde uzlaşılmış bulunan % 20 tavan sınırlaması daimi olacaktır.
4-Bir kurucu devlet içerisinde yasal ikamet statüsüne sahip olan kişilerin sadece yerel seçimlerde oy kullanma hakkı olacaktır. Taraflar arasında mutabık kalınan % 20 tavanı da köy, belediye, ilçe bazında olmak üzere her seviyede uygulanacaktır. Dolayısıyla, herhangi bir seçim bölgesinin, hangi seviyede olursa olsun, %20den fazla etkilenmesi mümkün olmayacaktır. Aslında ‘yasal ikamet’i olan herkesin de yaş, tercih ve başka nedenlerden dolayı illa ki seçmen olmayacağı da göz önünde bulundurulduğunda, seçimlerde %20ye ulaşılması da fiiliyatta muhtemelen mümkün olmayacaktır. Olsa bile, üzerinde uzlaşılmaya çalışılan federal yapının ana hedefi sayısal değil siyasi eşitliği sağlamaktır. Bilindiği üzere yıllardır üzerinde müzakere edilen ve Şubat 2014 belgesi ile de Meclisimizde temsil edilen tüm siyasi partiler tarafından da desteklendiği beyan edilen çözüm, siyasi eşitliğe dayalı federal bir çözümdür.
5-Yasal ikamet elde etmek için adres gösterme zorunluluğu olduğu da göz önünde bulundurulduğunda, aniden 44,000 ‘e ulaşacağı ifade edilen sayıya iddia edildiği üzere ilk günden ya da çok kısa bir süre içerisinde fiilen ulaşılamayacağı çok açıktır. Bu noktada yapılan tespitlerde ciddi bir korkutma güdüsü olduğu aşikardır.
6-Federal Kıbrıs’ta herkesin dilediği yerde yaşama özgürlüğünün Annan Planında olmadığı yanlış bilgisinden yola çıkarak, bugün gelinen aşamada iki kesimlilik konusunda Annan Planının gerisine düşüldüğü kanaatine varmak ise kesinlikle zorlama bir mantığın sonucudur ve hatalıdır. Annan Planında da herkesin dilediği yerde iş kurma ve, resmi bir statüye başvurmadığı taktirde dilediği yerde dilediği sürece yaşama hakkı zaten vardı. Bu haklar ile ilgili herhangi bir geçiş dönemi de yoktu. Annan Planındaki ‘geçiş dönemi’ bir tek ikamet statüsü ile ilgili idi. İkamet iznine tabi olanların dışındakiler zaten yine serbest dolaşabilecek, fiili olarak ikamet edebilecek ve iş kurabileceklerdi. Bu noktada Annan Planından geriye düşüldüğü kanaati olgular üzerinden oluşmuş bir kanaat değildir, tamamen duygusaldır. Annan Planında da dileyen herkes dilediği yerde dilediği kadar yaşayabilecekti. Parçası olacağımız AB’nin temelini oluşturan dört özgürlük de göz önünde bulundurulduğunda, iki toplumlu-iki bölgeli bir federasyona ulaşılabilmesi için varılan bu sentez ve uzlaşının önemini hiçleştirmek, aslında, AB normlarını ve ‘BM parametrelerinin gözetileceği dengeli, adil ve kalıcı bir çözümü’ desteklediğini iddia edenlerin söylemlerindeki çelişkiyi de bir yerde ortaya koymuyor mu?
7-Kurucu devletlerin yasal ikamet/ Legal domicile hakkını kendi vatandaşlarının %20sinden fazlasına vermek zorunda olmayacağı hususu sadece diğer kurucu devlet vatandaşları ile değil, ilgili kurucu devletin vatandaşı olmayan herkesle ilgilidir. %20 tavan rakamı kurucu devlet vatandaşları dışında kalan ve ‘yasal ikamet’ talebinde bulunan herkesi kapsamaktadır. Bir başka deyişle, Kıbrıs Türk kurucu devletinde yasal ikamet hakkına başvuran bir kişi, Kıbrıs Rum kurucu devleti vatandaşı veya bir başka ülke vatandaşı da olabilecektir, tavan oran herkes için ve toplamda %20 olacaktır . (AB vatandaşları AB’nin kendi kuralları içerisinde haklarını kullanacaklardır.)
8- Hülasa, ‘eskiden bireylerin kalma, iş kurma hakkı yoktu, şimdi bu haklar verilerek geçmişte anlaşılanların da gerisine düşüldü’ minvalindeki iddialar temelsizdir. Sonuç olarak 9 Ocak sürecinin başlamasına az bir zaman kalmıştır. 12 Ocak’tan sonra bir anlaşmaya varılması halinde, ki temennim budur, metnin detaylarını hep birlikte değerlendirip, tartışacağız. Unutulmamalıdır ki, gerek Kıbrıs’ın Kuzey’inde gerekse de Güney’inde müzakere sürecine ve çözüme dair karşı duruşu olup kamuoyunu temelsiz bilgilerle yanıltma çabası içerisine girenler olacaktır. Gerçekler üzerinden konuşarak bu tip yanıltma girişimlerini deşifre etmek ise içine girmekte olduğumuz süreçte daha da önem kazanacaktır.”
Kaynak: Post-Hakikat Politikası ve Kıbrıs Görüşmeleri – Niyazi Kızılyürek