Kavga Denizlere De Taşındı!
Türkiye bir süreden beri tehdit ve uyarılarda bulunuyordu ve sonunda hareket geçerek tehditlerini gerçekleştirdi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde ENİ şirketine bağlı Saipem 12000 adlı sondaj gemisinin çalışmalarını engellemek için Navtex ilan etti ve askeri tatbikatlara başladı. Aslında askeri tatbikat yapmaktan çok, Saipem 12000’nin yolunu kesti.
Kıbrıs’ta bir kez daha kriz yaşanıyor ve ada çalkalanıyor…
Kıbrıs Sorunu, çeşitli hak ihlallerinden ve tarafların birbiri üstünde hak talep ve iddialarından oluşuyor.
Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, Kıbrıs’ın doğal gazında Kıbrıslı Türklerin de hak sahibi olduğu ve Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesinin (MKB) bazı bölümlerinin Türkiye’nin olası Münhasır Ekonomik Bölgesine ait olduğu iddiasındadırlar. “Olası”, diyorum çünkü Türkiye uluslararası deniz hukuku anlaşmasını imzalamadı ve MKB belirlemedi. Dolayısıyla ileri sürdüğü argümanın hukuksal bir dayanağı olduğu söylenemez. Bu haktan çok, bir iddia olarak duruyor.
Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti’nin doğal rezervlerinde Kıbrıslı Türklerin de hak sahibi olduğu yadsınamaz. Kıbrıs Cumhuriyeti iki toplumlu bir devlettir ve bu statü değişmediği sürece, Kıbrıslı Türklerin hak sahibi olduğu göz ardı edilemez. Nasıl ki, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği ve pasaportu alma hakkı var ise, doğal rezervlerde de hak talebinde bulunabilirler.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta şudur: Kıbrıslı Türkler KKTC olarak değil, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir toplumu olarak hak sahibidirler. Dolayısıyla KKTC’nin MKB belirlemesi veya Türkiye ile 2011 yılında imzaladığı anlaşmada olduğu gibi, Türkiye’ye Kıbrıs MKB’si içinde doğal gaz arama izni vermesi hukuki değildir.
Bazıları şu görüşü ileri sürüyor: “Kıbrıs Rum yönetimi yabancı şirketlere arama ruhsatı verdi, KKTC de Türkiye’ye verdi.”
Bu argümanın hukuki bir temeli yoktur. Kıbrıs Cumhuriyeti BM üyesi tanınmış bir devlettir, KKTC değil!
Kıbrıslı Rumların KKTC’yi tanımamalarının bir “hak ihlali” olduğunu kimse söyleyemez. Zaten söyleyen de yoktur. Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti devleti bağlamında Kıbrıslı Türklerin doğal kaynaklarda hak sahibi olduğunu kimse kolay kolay yadsıyamaz.
Neden? Çünkü Kıbrıs Türk toplumu ortaklık devletinden silah zoruyla kovulmuştur, bu yüzden de hak talebi bu bağlamda meşrudur. Bu hak talebi zaten Kıbrıs Sorununun unsurlarından birini oluşturuyor.
Peki, Kıbrıs Rum tarafı bu konuda ne diyor?
Kıbrıslı Türklerin hak sahibi olduğunu kabul ediyor ama bu hakkın hayata geçirilmesini “çözüm gününe” erteliyor.
Madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Ve öbür yüzünde, silah zoruyla kovulan Kıbrıslı Rumların ele geçirilen toprakları, malı-mülkü var.
Kıbrıslı Rumların bu noktadaki hak iddialarının gayrimeşru olduğu söylenebilir mi?
Söyleyenler elbette vardır ama BM kararları başka şeyler söylüyor.
Peki, Türk tarafı bu konuda ne diyor?
Kıbrıslı Rumların hak sahibi olduğunu aslında kabul ediyor ama bu hakkın hayata geçirilmesini “çözüm gününe” erteliyor.
Hiç kimse Kıbrıslı Rumlara örneğin gelin Maraş’ı alın demiyor. Ne de yarın Karpaz’da altın madeni bulunursa, Kıbrıslı Rumlarla ortak bir komite kuralım ve altın madenlerini birlikte işletelim denilecektir!
En iyi ihtimalle, “çözüm gününe” işaret edilecektir.
Bir soru daha soralım: Kıbrıs Rum toplumu mevcut koşullarda Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine dayanarak doğal gaz arama çalışmalarını sonuna kadar götürebilir mi?
Teorik olarak evet. Fakat pratikte ciddi zorluklar var. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ve egemenlik haklarını tanımıyor ve tıpkı S300 füzelerinde olduğu gibi, şiddet tehdidiyle egemenlik icraatını engelleyebiliyor.
Bu da Kıbrıs Sorununu oluşturan unsurlardan biridir?
Peki, bu sorun Kıbrıs Sorunu çözülmeden çözülebilir mi?
Mevcut uluslararası ilişkiler ve güvenlik sistemi ortamında Kıbrıslı Rumların başka devletlerden sonuç alıcı yardım ve destek beklemeleri hayalcilik olur. Ancak Kıbrıs Rum tarafı çözüm konusunda kararlı ve samimi bir tutum takınırsa ve çözümsüzlükten Türk tarafının sorumlu olduğunu dünya kamuoyuna gösterirse, durum farklı olabilir.
Meramımı daha iyi anlatmak için Kıbrıs’ın AB’ye üyelik sürecini hatırlatayım. Türkiye, Kıbrıs’ın çözüm olmadan AB’ye üye olmasına şiddetle karşıydı. Tehditler savuruyor ve tepkisinin “limitsiz” olacağını söylüyordu. Fakat AB’nin 1999 yılındaki Helsinki Zirvesi’nden sonra Glafkos Kliridis’in ısrarla çözüm doğrultusunda çalışması ve Rauf Denktaş’ın ısrarla çözüme karşı çıkması, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne AB kapılarını açmıştır ve Türkiye hiçbir şey yapamamıştır.
Benzer bir durum Kıbrıs Türk tarafı için de geçerlidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki konumunu ileri sürüp hak talebinde bulunabilir ama bu konumundan hareketle nereye sıçramak istediği çok önemlidir. Federal bir devlet kurulması için ısrarla çalışması başka bir şeydir, Kıbrıs’ın kuzeyini kendinin ilan edip çözümsüzlük politikası gütmesi ve arada bir denizlere göz atıp, “aaa doğal gaz rezervleri varmış, ben de isterim” demesi Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki haklarını hatırlaması başka bir şeydir.
Kanaatimce, Kıbrıs’ın denizlerinde yaşanan gerilim kalıcı bir kriz olmaktan çok, yeniden kurulacak müzakere masasına dönük bir manevradır. Kıbrıs Rum tarafı doğal gaz aramalarıyla elini güçlendirmek isterken, Türkiye çözüm olmadan doğal gaza ulaşılamayacağına dair mesajlar vermek istiyor. Fakat bir gözüyle de müzakere masasını kolluyor, gözlüyor.
Hatırlamakta yarar vardır: Türk tarafı Crans Montana’dan hemen sonra, BM Parametrelerin ortadan kalktığını söylüyor ve “B ve C planlarından” söz ediyordu. Fakat giderek bu türden açıklamalar son buldu ve yeniden müzakere masasının kurulacağı fikri kabul edilmeye başlandı. Türk tarafı şimdi daha çok “müzakere yöntemini” tartışmaya açmak istiyor, parametreleri değil! Seçimlerden sonra müzakerelerin bir biçimde bir tarihte yeniden başlayacağını herkes biliyordu. İşte, Türkiye’nin tam da böyle bir momentte harekete geçmesi, müzakere masasında elini güçlendirmek için uyguladığı kontrollü bir kriz politikasıdır.
Müzakere masasında tarafların nasıl bir tutum takınacağı, başka şeyler yanında, doğal gaz aramalarının da geleceğini belirleyecek. Çözüm olursa ne güzel… Zaten doğal kaynakların federal hükümetin yetkisinde olacağı taraflarca kabul edilmiş bulunuyor. Fakat çözüm olmazsa, sorumluluğun kimde olacağı çok önemli, hatta belirleyici olacaktır diyebilirim. Türk tarafı çözüm için esneklik göstermezse uzun vadede doğal gaz aramalarını engelleyemez! Kıbrıs Rum tarafı da çözümden kaçan taraf imajı çizerse, enerji politikasını hayata geçiremez.
İki taraf da karşı karşıya kaldıkları hak iddiaları karşısında “çözüm gününe” işaret etmiyorlar mı?
Ediyorlar ama “çözüm gününe” işaret edip bildiğini okumak başkadır, çözüm gününe gerçekten ulaşmak için çözüm sürecini yapıcı olarak işletmek başkadır…
Çözümsüzlük halinde, ikincisini daha iyi yapan kazanacaktır…