Hazin Bir Bağımsızlık Öyküsü
1958 yazında ada etnik şiddete gömülmüştü. Şiddeti yoğunlaştıran nedenlerinden biri, Büyük Britanya’nın taraflara sunmak üzere hazırladığı Kıbrıs Planı idi.
O yaz, Büyük Britanya başbakanının adını taşıyan ve “ortaklık macerası” olarak adlandırılan Macmillian Planı’na son şekli veriliyordu. İngilizlerin hazırladığı planda Taksim’in dışlandığını bilen Türk tarafı Taksim için son bir hamle yaparak 7 Haziran provokasyonunu hazırladı. Nitekim Vali Yardımcısı Sir George Sinclair’in Türk Enformasyon Bürosu’nda patlatılan bombanın Türkleri kast ederek, “bu, onların adanın bölünmesi için her şeylerini ortaya koymalarıdır” demişti.
Macmillian Planı 19 Temmuz 1958 tarihinde Avam Kamarası’nda resmen açıklandı. Kıbrıs’ta İngiliz kolonyalizminin yedi yıl daha uzatılmasını hedefleyen plan, Yunanistan ile Türkiye’yi adanın özerk yönetimine “ortak” etmeyi öngörüyordu. “Üçlü egemenlik” anlayışına dayanan Macmillian Planı’na göre, toplumlar özerk olacak, ayrı cemaat meclislerine sahip olacak, ortak özerk yönetime Kıbrıslı Rumlar dört, Kıbrıslı Türkler de iki bakanla katılacaktı. Kıbrıs yurttaşlarına çifte vatandaşlık hakkı tanınacak, Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin, Kıbrıslı Rumlar da Yunanistan vatandaşı olabileceklerdi.
Rauf Denktaş planın açıklanmasından bir gün sonra, “böyle bir anayasanın netice itibariyle Yunanistan’a ilhaka doğru atılmış bir adım olduğunu” ileri sürüyordu ve “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkünün TAKSİM’den başka bir hal çaresini kabul etmeyeceğini” vurguluyordu.
Oysa Türkiye Macmillian Planı’na karşı temkinli iyimserlikle yaklaşıyordu. Dışişleri bakanı Zorlu 19 Haziran günü yaptığı açıklamada Macmillian Planı’nın öngördüğü “idarede ortaklık ibaresini Taksim’le bağdaşan bir teklif” olarak gördüğünü söylüyordu. ABD’nin meseleyi Türkiye’ye finansal destek konusu ile ilişkilendirebileceğini ima etmesinden sonra, Türkiye’nin desteğini kazanmak zor olmadı. Planda 15 Ağustos’ta açıklanan değişikliklerle ayrı belediyelerin kurulması kabul edilince, Türkiye plana destek vermeyi kabul etti.
Fatin Rüştü Zorlu ağız değiştirip, aslında bunca yıldır “coğrafi federasyonu” kastetmediğini, “idari federasyonun” yeterli olacağını söylemeye başladı. Kuşkusuz, Türkiye’nin aldığı kararı Türkiye’den “emir bekleyen” Kıbrıslı Türk liderler de destekledi.
Fakat Yunanistan’da ve Kıbrıs Rum toplumunda durum farklıydı. Macmillian Planı’nı Yunanistan ile Kıbrıs Rum tarafına kabul ettirmek mümkün değildi. Bunun üzerine, Büyük Britanya planı tek taraflı olarak ve/veya Türkiye ile birlikte 1 Ekim günü uygulayacağını açıkladı. Bu arada, eskiden beri Kıbrıslı Rumların self-determinasyon talebine sempati ile bakan İngiliz İşçi Partisi’nin tavrında da önemli değişiklikler oldu. İşçi Partililer, Kıbrıslı Rumların Enosis tezinde ısrar etmeleri ve ortaya değişik görüşler koymamaları halinde Macmillian Planı’na itiraz etmelerinin mümkün olmayacağını söylüyordu.
Başpiskopos Makarios bu gelişmeler karşısında herkesi şaşırtan bir dönüş yaparak adada bağımsız bir devletin kurulmasını benimseyebileceğini açıkladı. 22 Eylül 1958 tarihinde İngiltere İşçi Partisi milletvekili ve gazeteci Barbara Castle’a verdiği mülakatta Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim tezlerinin dışlanabileceğini ve BM garantisi altında bağımsız bir devletin kurulabileceğini söyledi.
Başpiskopos Makarios’un bu açıklaması yakın Kıbrıs tarihinde bir dönüm noktası oluşturuyor. Makarios, Enosisin en azından şimdilik “imkânsız” olduğunu anlamış, Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet kurulması fikrini gündeme getirmişti.
Bu gelişmelerden sonra Yunanistan’ın Kıbrıslı Rumların self-determinasyon hakkı için BM’ye yaptığı son başvurudan hiç kimse sonuç alınmasını beklemiyordu. 25 Kasım 1958 tarihinde BM Genel Kurulu’nun birinci komisyonunda Yunan ve Türk dışişleri bakanları, Averof ile Zorlu, kozlarını son defa paylaştılar. Edebiyat referanslı bu tartışmada Averof, Lawrence Durrell’in Acı Limonlar adlı kitabından alıntılar yaparak “Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin uyum içinde yaşadıklarını”, dolayısıyla self-determinasyon uygulamasının Enosis’e yol açması durumunda endişeye mahal olmadığını ima ediyordu. Zorlu ise Shakspeare’in Othello’sundan okuduğu bir cümle ile karşılık veriyordu: “Sanmayın ki, Türk kendini en çok ilgilendireni en sona bırakacak kadar beceriksizdir.”
Yunanistan ve Türkiye’nin “edebiyat” üstünden yürüttüğü son tartışma kısır bir tartışmaydı ama ABD ve NATO’nun baskı ve teşvikleriyle yürütülen gizli diplomasi sonuç alıcıydı.
Fatin Rüştü Zorlu, BM toplantıları bittikten sonra, öfke içinde kıvranan Averof’un yanına giderek “Türkler ve Yunanlılar küçük politikalarla vakit öldürüyorlar, büyük politikalara yönelmeliyiz” dedi. İçinden “Zorlu’ya bir tokat atmayı” geçiren Averof biraz yatıştıktan sonra bunun ne anlama geldiğini sorunca, Zorlu tezini şöyle açıkladı: “Küçük politika, küçük ve görece önemsiz bir ada için durmadan münakaşa etmektir. Oysa büyük politika uzlaşma ve barışa götürür. Görüşelim mi?”
Bu sözcükler Türkiye’nin tavır değiştirdiğinin en açık göstergesiydi. Taksim’den başka hiçbir tezi kabul etmeyeceğini ısrarla açıklayan Türkiye ve sertliği ile tanınan Fatin Rüştü Zorlu şimdi farklı bir tutum içindeydiler.
Zorlu ile Averof BM binasında gerçekleştirdikleri görüşmede “garantili bağımsızlık” formülü etrafında ilkesel olarak anlaşmaya vardılar. Ardından Paris ve Zürih’te yapılan toplantılarla Kıbrıs anlaşmasına son şeklini verdiler.
Makarios 1 Mart 1959 günü tam üç yıllık bir aradan sonra Kıbrıs’a döndü ve muhteşem bir kalabalık tarafından karşılandı. Kıbrıs Rum nüfusunun neredeyse yarısı “Millet Başını” ve efsanevi önderini karşılamak için yollara düşmüştü. Kendisini karşılamaya gelen kalabalığa, pek inanmasa da, nekikikame! (“kazandık!”) diyerek seslenecekti.
Denktaş: “Bugün, geçmişte olanlar için özür diliyorum… Kıbrıs’ta Türklerin ve Rumların bir arada var olması Tanrı’nın isteğidir”
Anlaşmaların imzalanmasından sonra, 1959 yılının Ağustos ayında, İsviçre’nin Caux kentinde anti-komünist “Moral Rearmement” (“Manevi Silahlanma”) örgütünün düzenlediği bir konferansa katılan Rauf Denktaş, aralarında Kıbrıslı Rumların da bulunduğu dinleyici kitlesine yaptığı konuşmada 1950’li yılların sonunda yaşanan şiddet olaylarının nedenlerine değinirken şöyle diyordu: “Onları (Kıbrıslı Rumları NK) temin etmek isterim ki, Türklerin son dört yılda (1955-59 arası kastediliyor NK) takındıkları tavırda ve benim yaptıklarımda Kıbrıslı Rumlara karşı nefret duygusu hiçbir zaman bir motivasyon olmadı.”
Rauf Denktaş, yaşanan şiddet eylemlerinden koloni idaresini ve Kıbrıslı Rumları sorumlu tutuyordu: “Bugünlerde kendimize şu soruyu sormalıyız: Kıbrıs’ta sorun neydi? Bu sorunun nedeni neydi? Bu soruların yanıtı artık açıktır. Kıbrıs’ta sorun İngilizlerdi. Sömürge düzeni ve özgürlüklerin yokluğu idi. Kendimize Türk diyemiyorduk, Müslüman demek zorundaydık. Sonunda milliyetçi olduk. İngilizlere göre Helenler Helen değil, Ortodoks Hristiyan’dı. Bayraklarımızı göndere çekemiyorduk. Milli Günlerimizi kutlayamıyorduk. İngilizler, yanlarında yer alan bencil ve samimiyetsiz Türkler ve Rumlarla birlikte bize böyle bir düzen dayatmıştı. İngilizlere karşı başkaldırı (devrim) haklı bir başkaldırıydı. Kesinlikle haklıydı. Fakat Kıbrıs’ta Türklerin ve Rumların bir arada var olmasının Tanrı’nın isteği olduğunu anlamayan Kıbrıslı Rumların da sorumluluğu var. Kıbrıslı Türklerin onlar kadar güçlü, onlar kadar kadim tarihi olduğunu ve özgürlük konusunda onlar kadar kararlı bir toplum olduğunu anlayamadılar.”
Denktaş devamla, “bugün, geçmişte olanlar için özür diliyorum. Kıbrıs’ta iki toplumun birlikte yaşamasının Tanrı’nın isteği olduğunu idrak edemediğimiz için kan akıtılmıştır.”
Korku ve güvensizliğin devam etmesinin sadece komünistlere yaradığını da iddia eden Denktaş, “Önümüzdeki gerçek tehlike budur. Komünistler fırsat kollamaya devam ediyorlar ve eğer Zürih anlaşmasını anlaşmanın ruhuna bağlı kalarak uygulamazsak, onlara aradıkları fırsatı verebiliriz” diyordu.
Başpiskopos Makarios da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu selamlıyordu. 1 Mart 1959 tarihinde 200 bin Kıbrıslı Rum’a hitap ettiği konuşmasında Kıbrıslı Türklerle “samimi ve kalpten işbirliği yapmaktan” söz ediyor, Kıbrıs’ı “Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında altın bir köprü” yapmayı vaat ediyordu. Amacının “Tanrı Devleti” kadar mükemmel bir devlet kurmak olduğunu söylüyordu. Kasım 1959’da Manevi Silahlanma örgütünden bir heyeti kabulünde şöyle diyordu: “Kıbrıs örnek bir devlet olabilir. Amacımız Kıbrıs’ı Tanrı tarafından yönetilen bir devlet, bir Tanrı Devleti yapmaktır.”
Ne var ki, bu “mutluluk tablosu” bir yalandan ibaretti. Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk yöneticiler NATO, ABD, Türkiye ve Yunanistan’ın isteğine boyun eğerek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna “evet” demişlerdi ama “Tanrı’nın İsteğini” yerine getirip barış içinde bir arada yaşama konusunda hiç de istekli değillerdi….