“Dünya-Ruhu” Nereye Kayboldu?
Türkçede pek kullandığımız bir kavram değildir “Dünya-Ruhu”. Kavramın babası, bugünlerde 250. doğum yılını kutladığımız ünlü Alman düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir ve Almanca orijinali “Weltgeist” olarak yazılır.
Ölüm döşeğinde “beni bir kişi anladı, aslında o da anlamadı” dediği iddia edilen Hegel, insanlığın kavrama kabiliyetinden kaynaklanan ve ilerlemeye kaynaklık eden bir “Ruhtan” (Geist) söz eder. Düşünce ve kavramadan beslenen Ruh, eylemi değiştirir, dünyayı ileriye taşır. Tarihin akışı içinde kendi akışını gerçekleşirken Ruh, bir sürü badire atlattıktan sonra “Dünya-Ruhu” halini alır. Dünya-Ruhu, insanlığın özgürlük bilinci içinde ilerlemesini sağlar ve gün gele, aklın ve özgürlüğün gerçekleşmesiyle nihai amacına ulaşır. Bu noktaya ulaştıktan sonra, dünya artık özgürlüğün ve aklın hükmettiği bir barış ve harmoni dünyasıdır.
Kuşkusuz, o noktaya kolayca varılmayacağını Hegel de biliyor. Her ne kadar insanlığın tarihi özgürlük bilinci içinde ilerleme ise de, geri dönüşler, savaşlar, türlü toplumsal felaketler yolu gözlüyor. Hegel, bu felaketlerin ilerlemeye hizmet ettiğini düşünür ve bunu kanıtlamak için dünya tarihine işaret eder. Eskiden Doğu’da bir kişi özgürdü (hükümdar), Eski-Yunan’da birkaç kişi özgürdü (yurttaş olunlar), Modern Batı’da ise herkes özgürdür der. Bu süreçlerin hepsine savaşlar, devrimler, karşı devrimler, terör, kısaca şiddet refakat eder ama “Dünya-Ruhu” yoluna devam eder. Bu yüzden, Hegele göre, “dünya tarihi dünya mahkemesidir.” Herşey orada yargılanır.
Hegel’in öğretisine dünyanın bugünkü halinden baktığımızda düş kırıklığına kapılmamak elde değil. Amin Maalouf’un sözleriyle “çivisi çıkmış” bir dünyadır bu ve barıştan, uyumdan çok uzaktır. Günümüz dünyasının bırakın aklın ve özgürlüğün hükmettiği bir dünya olmadığını, aklın parçalandığı, “Dünya-Ruhunun” kayıplara karıştığı bir dünyadır bu.
Hegel, aklın çöktüğü iki büyük dünya savaşını görmedi. Ne de Holocost’u yaşadı. Yaşasaydı “reel olan gerçektir, gerçek olan reeldir” der miydi, emin değilim. Ancak Hegel, bütün metafizik ilerleme anlatısına rağmen, dünyanın çok kötü yerlere sürüklenebileceğini biliyordu. Örneğin sermayenin çok az insanın elinde toplanmasını büyük bir sorun olarak görüyordu. Zenginlerin adalet, hukuk ve onur duygusunu kaybetmeleriyle toplumun moral yapısını parçalayabileceklerinden söz ediyordu. Benzer biçimde, ideallerini kaybeden devletlerin çökmeye mahkum olduklarından bahsediyordu.
Ve maalesef dünyamız, sermayenin çok az ellerde toplandığı bir dünyadır. Hegel’in bir zamanlar örnek ülke olarak gördüğü Amerika Birleşik Devletleri’nin başında Donald Trump gibi biri var. “America first” deyip herkesle kavga ediyor. Çin, kendine komünist diyen bir partinin öncülüğünde devlet kapitalizmini yüceltiyor. Rusya’da muhaliflerini zehirleyen seçilmiş bir Çar işbaşındadır. Türkiye’de imparatorluk hayalleri görenler Lozan Anlaşmasını sorguluyor ve “gönüllerdeki haritalardan” söz ediyorlar. Avrupa Birliği’nde üye devletler ulus-devlet egoizmine kapılarak sadece kendi çıkarlarını hesaba katıyorlar. Milliyetçilik, ırkçılık, dinsel fanatizm her tarafa yayılmış durumda. Öfke, nefret ve hınç hareketleri de yaygınlık kazanıyor, intikam hevesleri büyüyor.
Ülkemiz Kıbrıs’tan hiç söz etmesek daha iyi. Altmış yıldır kuşaktan kuşağa anomali ve akılsızlık taşıyoruz…
Evet, içinden geçtiğimiz bu aşamada aklın ve özgürlüğün hükümranlığını sağlayacak “Dünya-Ruhu” kayıplara karıştı. Fakat bu geri gelmeyecek anlamına gelmiyor. Hegel yaşasaydı tam da bu felaketlerin ileriye adım atmaya yol açacağından söz edecekti.
“Dünya-Ruhunu” besleyen bilgi ve kavramların taşıyıcısı bilge kuş Minerva’nın gün batımında uçtuğunu, yani, her şey olup bittikten sonra öğrenip yolumuza devam ettiğimizi söylememiş miydi?