“Bu Ölüler Bize Lazım!”
“Vatana çocuk bahşeden anneler ödüllendirildi…”
Niye öyle diyorsunuz ki?
Biz çocuklarımızı bahşetmedik
Onları bizden aldılar.
Bu mısralar şair Kostas Montis’e aittir. Çocukları savaşlarda ölen anneleri avutmak için ulusların düzenlediği ödül törenlerine annelerin itirazını yine annelerin ağzından vurguluyor şair.
Vatan uğruna ölen ve öldüren çocuklar yetiştiren anneleri “kutsal varlıklar” olarak ödüllendirmek isteyen devlete karşı hakikati haykırıyor kadınlar ve onların onayı olmadan çocuklarının devlet tarafından savaşa gönderildiğini söylüyorlar.
Savaşlar insanlık tarihi kadar eskidir ama ulus-devletler ve milliyetçilik çağında esaslı şekilde içerik ve biçim değiştirdiler. Önceleri krallar ve prensler için, padişahlar için yapılan savaşların yerini milliyetçilik çağında ulusların savaşları aldı. Vatan için ölmek kutsandı. “Meçhul asker” anıtları keşfedildi ve çeşitli hafıza alanları kuruldu.
Kralların ve padişahların toprak kazanmak için yaptıkları savaşlarda ölenleri kimse hatırlamazken, “vatan için” ölenlerin hatırlanmasına büyük önem verildi.
Bu ulus-devletin yarattığı bir hafıza kültürüdür.
Ve hiçbir ulus-devlet yoktur ki savaşla kurulmuş olmasın!
Uzun 19.yüzyıl ve 20.yüzyıl, ulus-devletleri doğuran savaşlarla doludur. Bu savaşların toplumların duygu dünyalarının derinliklerine kök salmaları, ulus-devletlerin meşruiyet arayışının ayrılmaz bir parçası, projesidir.
Monarşilerin ve krallıkların meşruiyet arayışı yoktur. Onlar “Tanrı adına” var olduklarını iddia ederler. Savaşlarını da gerekçelendirmek zorunda değillerdir.
Fakat ulus-devletler, görünüşte de olsa halk iradesine dayanmak zorundadırlar. Bu yüzden de savaşlarına bütün halkı ortak etmek, rıza sağlamak zorundadırlar.
Bu noktada milliyetçi ideolojinin rolü büyüktür. Rıza yaratılmasında, savaşa katılım sağlamada ve savaşı haklı göstermede milliyetçiliğin asli işlevlerini görürüz.
Ülkemiz Kıbrıs’ta etnik şiddetin uzunca bir tarihi vardır. Etnik çatışmalarda ve 1974 savaşında ölen binlerce insan vardır, kayıplar vardır.
Bu çatışmaların ana nedenlerinden biri olan milliyetçi ideoloji, toplumlara kendi ölülerine nasıl sahip çıkmaları ve kimin yasını tutmaları gerektiğini öğretir. Bu anlayışa uygun olarak tören protokolleri hazırlanır. Her ne kadar kendi kayıplarına sahip çıkılırmış gibi görünse de, aslında bu yaklaşım şiddeti kutsamak anlamına geldiği kadar, öteki topluma karşı uygulanan şiddeti aklamaya çalışan, meşru göstermeye yarayan bir yaklaşımdır.
Tam da bu yüzden, askeri törenleri reddeden, savaşı ve şiddeti kutsamayı kabul etmeyen, kayıplarını sivil-medeni bir anlayışla yad etmek isteyen yurttaşlar devletlerin, militaristlerin ve milliyetçi elitlerin öfkesine nesne olurlar.
Devlete ve ulusa karşı bir tür sivil itaatsizlik sergileyen bu yurttaşlar, savaşa ve şiddete “hayır” demiş oluyorlar. Çünkü biliyorlar ki, kendi yakınlarını alan savaş ile ulusun “karşı toplumdan” saydığı ailelerin kayıplarının kaynağı, milliyetçiliğe, düşmanlığa ve nefrete dayanıyor.
Ve biliyorlar ki, milliyetçi nefret devam ettiği sürece savaşların arkası kesilmeyecek, yeni kayıplar olacak.
İşte bu yüzden resmi protokolün dışına çıkıyorlar!
Acılarını yüreklerine gömerek, “barış” diyorlar!
Hüseyin Akansoy ailesi kayıp yakınlarını toprağa gömerken, hepimize barış dersi verdiler.
1956 yılında bomba yapmaya çalışırken ölen Kıbrıslı Türkler için Rauf Denktaş, “bu ölüler bize lazım” diyordu. Çünkü ölüleri törenlerle sergilemek, savaş hazırlığından başka bir şey değildir.
Bugün Akansoy ailesine “ölülerini devlete ver” diyenler, nefreti ve düşmanlığı canlı tutmak isteyenlerdir!
Onlara “hayır” diyen Akansoy’lar ise barışa giden yolun taşlarını döşüyorlardır.