Avrupa’nın Birliği, Savaş ve Aydınlar (I)
Ünlü yazar Stefan Zweig, 1932 yılında Floransa’da “Avrupa fikrinin tarihsel gelişimi” başlığı altında verdiği bir konferansta Avrupa’nın geçirdiği tarihsel aşamaları ele aldı.
Zweig’a göre, Avrupa’nın siyasal ve manevi birliği ilk defa Roma İmparatorluğu döneminde sağlandı. Aynı yasalar altında birlikte yaşamak, aynı iletişim dilini (Latince) kullanmak ve ortak bir medeniyetin parçası olmak, Roma İmparatorluğu döneminde söz konusuydu.
Roma İmaparatorluğu’nun dağılmasıyla birlikte halkların birlikteliği de sona erdi.
-Gelgelelim Roma’nın ruhu ayakta kaldı. Latince Avrupalıların kültür dili olmaya devam etti. Bir yandan kilise, diğer yandan da yazarlar, edipler, şairler Latinceyi kullanıyorlardı. Latince dili ülkelerin sınırlarını aşıyor, okur-yazarlar arasında iletişim ve dostluk kurulmasına yardımcı oluyordu. Bir tür Esperanto idi Latince.
-Roma İmparatorluğu’ndan sonra, Rönesans ve Hümanizm Avrupa’sı yeniden ortak bir Avrupa kültürü yarattı. Bu kültürün Alman, Fransız, İtalyan, Hollandalı vs. yaratıcıları kendilerini aynı kültürün parçası sayıyorlardı. Fakat bu kültürel birliktelik de yok edildi. Katolik kilisesinin birliğinin yok olmasıyla yeni bir çatışma dönemi başladı. Başka türlü söylersek, Reformasyon Rönesansı bitirdi ve Avrupa din savaşlarına gömüldü.
-Bu dönemde Latince hakimiyetini kaybetti. Şairler, yazarlar, edipler Latince dilinden koptular ve kendi ana dillerinde eserler vermeye başladılar. Kısacası, Rönesans’ın sonundan itibaren, Fransız İhtilali’ne kadar, kardeşlik ve hümanizm adına ne varsa yok olup gitti.
– Daha sonra ortaya yeni bir ortak kültür alanı çıktı: Müzik!
Avrupa’nın ortak dili müzik oldu. Halklar ve kültürler müziğin yarattığı kardeşlik duygusu ve kozmopolitizmde buluştu. Haendel, Mozart, Haydın, Gluck, Stontini operalarını farklı dillerde yazıyorlardı ama eserleri insanları ortak hümanist duygularda buluşturuyordu.
-Fakat bu dönem de yerini yıkıcı zamanlara bıraktı. Fransız İhtilali ve Napolyon savaşlarıyla milliyetçilik yükselişe geçti, Zweig’ın deyişiyle, “anavatan fikri halklara mal edildi” ve böylece, kültür milli bir mesele haline geldi. Ulus-üstü müzik de bundan payını aldı ve millileşmeye başladı. Beethoven ve Schubert’te, ama daha çok da Wagner’de, Chopin, Musorgsky, Rossini ve Verdi’de bu durum iyice ön plana çıktı. Benzer bir durum, edebiyat alanında da görüldü. Bütün ülkelerde milli ve yurtsever edebiyat sahneye çıktı.
-Yüzyıldan fazla süren bu “milli-izolasyon” döneminde farklı sesler de duyulmaya başladı. Almanların milli şairi Goethe, “milli edebiyat geçmişte kaldı artık dünya edebiyatının vakti geldi” diyerek çarpıcı bir çıkış yaptı. Yine bu dönemde Avrupa’nın siyasi birliğinden söz edilmeye başlandı. Siyasi bir talep olarak Avrupa’nın birliği 19.yüzyılın sonunda sıklıkla gündeme getiriliyordu. Örneğin Friederich Nietzsche, “anavatan” söylemine son verip ulus-üstü bir bilinçten, “Anavatan Avrupa” bilincinin oluşturulmasından söz ediyordu.
-Yirminci yüzyılın başlarında yetişen kuşaklar, Nietzsche gibi, Avrupa’nın birliği fikrine yürekten bağlıydılar. Avrupa’nın çeşitli ülkeleri arasında gidip gelen, dostluklar kuran sanatçılarla entellektüeller, kıtanın birliğinin yaklaştığını düşünüyorlardı.
Fakat Birinci Dünya Savaşı bütün umutları yerle bir etti.
Stefan Zweig, bu uzun erimli değerlendirmesinin sonunda 1930’lı yılların başında hüküm süren iki zıt gelişmeden söz eder: Bir yandan dünyanın bilim ve teknloji alanında kaydettiği gelişmeler ülkeleri ve halkları birbirlerine yakınlaştırıyordu, diğer yandan da milliyetçilik süratle yükseliyordu. Milliyetçilik ile enternasyonalizm, çatışan devletler ile ortak Avrupa devleti fikri, tam bir zıtlık içindydi. Milliyetçilik ile milliyetçilik-ötesi, paralel ve çatışan süreçler olarak ilerliyordu.
Zweig, iyimser değildi. Çatışmayı kaçınılmaz görüyordu. Avrupa yıkıcılığa devam edecek mi, yoksa birleşecek mi sorusuna karamsar cevaplar veriyordu: “Beni affedin ama “akıl üstün gelecek ve kısa bir süre sonra Avrupa birleşecek diyemem. Böyle bir şeyin sözünü vermeye cesaret edemem…”
Kaynak: Avrupa’nın Birliği, Savaş ve Aydınlar (I) – Niyazi Kızılyürek