Entelektüel Duruş
Geçtiğimiz günlerde Dayanışma Hareketi ile Işık Kitapevinin birlikte düzenlediği bir etkinlikte genel olarak siyasi olaylar, özel olarak da Türkiye’deki darbe girişimi karşısında entelektüel duruşun nasıl olması gerektiği tartışıldı. Eskiden farklı olarak, günümüzde genel anlamda “entelektüel duruş” üzerine söz etmek kolay değildir. Çünkü Edward Said’in anladığı anlamda “iktidara hakikati söylemek” epeyce karmaşık hale gelmiştir. Bu, hem modern iktidarın karmaşık yapısından, hem de günümüzde hakikatin çokluğundan ötürü zor bir uğraştır. Yine de, geçmişten günümüze kadar uzanan ve entelektüel kavramının saydamlaşmasına kaynaklık eden olaylar silsilesine baktığımızda, “entelektüel duruş” derken neyi kastettiğimiz daha kolay anlaşılabilir.
Modern zamanlarda entelektüel kavramına açıklayıcı bir dayanak oluşturduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu Dreyfus Davasından başlayalım. Fransa’da Yahudi düşmanı, faşizan, baskıcı subaylarla yargının haksız yere yargıladığı Albert Dreyfus adlı subayı korumak için Emile Zola vicdanının sesine kulak vererek ayağa kalktı ve “İtham Ediyorum” diyerek Fransa’da hüküm süren düzeni suçladı, kınadı. Bu yüzden sürgüne gönderildi. Sürgüne giderken Fransız halkına seslenerek, bugün Dreyfus’u haksız yere yargılayanları bir gün Fransa halkı lanetleyecek, buna karşı çıktığım için cezalandırılan beni ise gururla anacak dedi. Gerçekten de öyle oldu, Bugün, Dreyfus’a kompas kuranlar lanetlenirken Zola gururla anılıyor.
Başka bir örneği adı entelektüel kavramı ile özdeşleşen Jean Paul Sartre’dan verelim. Sartre, Fransa’nın Cezayir’i sömürge olarak tutmasına karşı çıkarak Cezayir’in bağımsızlığını savunmakla kalmadı. Bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir Kurtuluş Ordusu’nun Fransa’ya ve Fransızlara karşı yönelttiği şiddet eylemlerini de haklı buluyordu. Sartre’ın bu tavrı kendisini Fransız toplumunda çok sevimsiz kılmasına karşın devam etti ve en yakın dostları ile karşı karşıya gelmekten çekinmedi. Örneğin Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkan Albert Camus ile yollarını ayırdı. Camus, Cezayir Fransız’ı olan annesinin yaşamının adaletten daha önemli olduğunu söyleyerek insani bir duygu ifade ediyordu belki ama gayri-insani bir sömürü düzeninin devamını savunuyordu.
Camus’nün “vicdan-yarılması” anlaşılır olsa da, “hakikatin çokluğuna” işaret etse de, entelektüel duruş açısından kabul edilir bir durum değildir. Çünkü hakikat ne kadar karmaşık ve çoğul olursa olsun, evrensel bir “entelektüel duruştan” söz etmek ne kadar zor olursa olsun, yine de, Said’in dediği gibi, her olgu kendine has olsa da, her olguda güçlüler ve zayıflar vardır. İktidar ve iktidarın mağdur ettikleri vardır. İşte, entelektüel duruş bu noktada aranan ve istenilen bir erdemdir. Dünyanın neresinde olursa olsun, güçlünün karşısında ve haksızlığa uğrayanların yanında yer almaktır entelektüel duruş. Ayrıca, iktidarların resmi hafızasına karşı ortaya “kontra-hafıza” koymaktır. Çünkü iktidarları iktidar yapan resmi hafıza oluşturarak hafızayı kontrol etmektir.
Buradan bakınca, Türkiye’de darbe girişimiyle mağdur edilmek istenen meşru hükümetin yanında yer almak entelektüel duruşun gereğidir. Fakat mevcut iktidarın mağdur ettiklerine karşı tavır almak da entelektüel duruşun bir gereğidir.
Sahi, bizim ülkemizde entelektüel duruş neyi gerektiriyor? Örneğin, Türkiye’de meşru olmayan şiddet yoluyla hükümeti devirmeye çalışanları kınarken, Kıbrıs’ı gayrı-meşru şiddet yoluyla bölen ve “kuvvet nizamı” kuranlara karşı çıkmak gerekmiyor mu?
Edward Said’in bir saptamasıyla bitirelim: entelektüel genel bir düzeyde vicdanı ve eleştirel aklıyla konuşan biri değildir. Onun her zaman eleştiri oklarını yönelteceği belirgin, adı konmuş somut iktidar odakları vardır…