Güç Yanılsaması
Dünyada olsun Kıbrıs’ta olsun, bütün çözüm ve barış arayışlarının genellikle güçler dengesi zemininde gerçekleştiği bir gerçektir. Ve söz konusu güçler dengesi olunca, şiddetin ayrıcalıklı bir yeri olduğu bir vakıadır. Engels, “şiddet tarihin ebesidir” lafını boşuna etmemişti. Bu durum, şiddet ile hukuk arasındaki ilişkiden kaynaklanır.
Nitekim Yahudi asıllı Alman düşünür Walter Benjamin, şiddet ile hukuk arasında örtülü bir zorunluluk ilişkisi olduğunu ve şiddetin işlevinin “hukuksal ilişkileri belirlemesinde” görüldüğünü söyler. Benjamin, hukuk alanına yansıyan şiddeti “hukuk yapıcı” ve “hukuk koruyucu” olarak ikiye ayırır. Hukuk yaratan şiddetin en bariz örneğini savaşlardan sonra imzalanan barış anlaşmalarında görürüz.
Barış anlaşmalarının yarattığı hukuksal düzenin temelinde savaş, yani “hukuk yapıcı şiddet” vardır. Yaratılan hukuksal düzenler de koruyucu şiddet yoluyla ayakta tutulur, çünkü yeni hukuk yaratmaya aday yıkıcı şiddet tarafından tehdit altındadırlar. Kısacası, Benjamin’e göre, sözleşmelerin hem kaynağında, hem de sonucunda şiddet vardır. “Çünkü sözleşme, karşı tarafın sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda, taraflara bir şekilde şiddet uygulama hakkı tanır.” Hiçbir sözleşme ve uzlaşma kendiliğinden, zorlama olmadan ortaya çıkmaz. Tam da bu yüzden her uzlaşmada “başka türlü olsa daha iyi olurdu” türünden bir hayıflanma vardır.
Hukukun düzenlenmesine veya yapılan sözleşmelere şiddet o kadar içkindir ki, Benjamin’in sözleriyle, “her türlü açık şiddeti reddetmek bile şiddet mantığının bir ürünüdür.” Nitekim, “çatışan tarafları şiddet dışı araçlarla çözüm arayışına iten, “şiddet içeren çatışmadan doğması muhtemel ortak zararlardır.”
Kıbrıs’ta etnik grupların ilişkilerini düzenleyen veya düzenlemek amacıyla müzakere edilen bütün hukuk veya sözleşme metinleri bünyelerinde şiddeti barındırır. Örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasası, kuruluşu önceleyen etnik şiddetin ve kuvvetler dengesinin düzenleyici etkisi altında hazırlanmıştı. 1964 yılında kurulan fiili düzen de bütünüyle şiddete dayanıyor. Günümüzde ise sürdürülen uzlaşma arayışlarına Türkiye’nin 1974 Savaşında adaya uyguladığı şiddet içkindir.
Fakat şiddetin ölüm, yıkım ve gözyaşı ile kurduğu hukukun son iki yüzyıllık tarihine baktığımız zaman, kalıcı bir barışın ihdas edilmesinin sadece “korku ve şiddet dengesinde” aranmasının yeterli olmadığını görürüz. Toplumların kanlı, trajik geçmişleriyle yüzleşmeleri ve Walter Benjamin’in sözünü ettiği, “nezaket, sempati, barış sevgisi, güven gibi şiddet dışı araçların” devreye sokulması elzemdir.
Kıbrıs’ta içinden geçtiğimiz müzakere sürecinin Türkiye’nin 1974 yılında uyguladığı şiddet sonucu oluşan ve yine şiddet yoluyla korunan “coğrafi federasyon” zemininde yürütüldüğü açıktır. Yani, Kıbrıs Türk tarafı bugün “iki bölgeli federasyon” konuşuyorsa, bunu, Türkiye’nin dayattığı “kuvvet nizamına” borçludur. Fakat günümüz dünyasında her kuvvetin bir sınırı vardır. Her şeyden önce, asimetrik olsa da bir biçimde “kuvvet-dengesi” söz konusudur. Ayrıca, şiddetin yarattığı hukuk uluslararası hukuk vb. başka verilerle sınırlandırılmıştır. Örneğin Türkiye’nin Kıbrıs’ta uyguladığı şiddet sözleşmelere yansımış ve “coğrafi federasyona” hukuksal bir dayanak yaratmıştır ama KKTC diye bir devletin varlığını meşrulaştırmaya yetmemiştir.
Kıbrıs Türk toplumunda solcu olsun sağcı olsun, aslında herkes Türkiye’nin gücüne dayanarak Kıbrıs Rum toplumu ile sözleşme yapma arayışı içindedir. Kısacası, farkında olalım veya olmayalım, “Anam Güçlüdür” düşüncesi ruhumuza kazınmıştır. Yine de en vahimi bu değildir. Güç yanılsamasının yol açtığı siyasal körlük ve empati yoksunluğu, hepsinden beterdir. Çünkü güç yanılsaması neyin mümkün olup neyin mümkün olmadığını doğru olarak saptamamızı engeller.
Bu bütün toplumlar için geçerli olan bir sorundur. Örneğin Kıbrıs Rum toplumu yakın tarihte neyin mümkün neyin mümkün olmadığını doğru saptayamayan liderler tarafından yönetilmiştir. Oysa Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde İstanbul’a ve Selanik’e ilerlemesini söyleyenlere “ben İzmir’i kaybetmek istemiyorum” diyerek neyin mümkün olduğuna dair sağlam bir sağ duyuya sahip olduğunu göstermiştir.
Benzer biçimde, Megali İdea’nın hayata geçirilmesi için büyük uğraş veren Elefteros Venizelos, 1922’de Megali İdea’nın bittiğini anlayarak herkese sağ duyu çağırısı yapmıştı. Kıbrıs Türk toplumu gibi varlığını ancak mümkün olana dayalı bir anlaşmayla sürdürebilecek bir toplum için güç yanılsaması tam bir “felaket” demektir.
Dolayısıyla, içinden geçtiğimiz kritik müzakere sürecinde “Omorfo verilemez” gibi lakırdılar etmeden iyice ve etraflıca düşünmek gerekir. Kıbrıs Rum toplumu savaşta mağlup olmuştur diye aklımıza gelen her şeyi dayatamayız. Ayrıca, Kıbrıslı Rumların elinde de bazı “kuvvet unsurları” vardır. Örneğin Kıbrıslı Rumlar AB ve BM üyesi bir devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yönetmektedirler. Kıbrıs Türk toplumunun ise uluslararası tanınmış bir statüsü yoktur. Bu yüzden, Türkiye’ye tam bağımlıdır.
Türkiye isterse “vanayı” açar istemezse açmaz… Bu haldeki bir toplumu yönetenlerin birinci görevi, güç yanılsamasından arınmış olarak neyin mümkün olduğunu doğru saptamak ve Kıbrıs Rum toplumunun önüne koyacağı sözleşme şartlarını buna göre belirlemektir. Bu, sağ duyu kadar, Kıbrıs Türk yurtseverliğinin de bir gereğidir.