‘Büyük Cuma’da Hüzün ve Umut Bir Aradaydı
Kıbrıslı Rumlar geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Paskalya haftasının “Büyük Cuma” ayini için Mağusa’ya akın ettiler. Ortodoks Hristiyanlar Paskalya’ya Noel’den daha büyük önem atfederler. İsa’nın çarmıha gerilişinin ardından yaşanan büyük acıyı ‘Kutsal Hafta’ boyunca benliğinde hissederler ve ancak ‘diriliş günü’ huzura ererler. Çünkü o gün, insanların günahları yüzünden ve sırf onları günahlarından arındırmak için kendini feda ettiği inanılan İsa’nın diriliş günüdür. O gün, “Hristos Anestis” (“İsa Dirildi”) diyerek birbirlerini selamlarlar ve “Alithos Anesti O Kirios” (“Efendimiz, Gerçekten Dirilmiştir”) diyerek karşılık verirler…
Kıbrıs Rum kültüründe 1974’ten sonra İsa’nın ‘dirilişi’ Kıbrıs Sorunu ile iç içe geçmiştir. Diriliş günü artık sadece İsa’nın dirilişini değil, ülkenin kurtuluşunu da simgeliyor. Bu yüzden, en güzel kıyafetleriyle Mağusa sokaklarında dolaşıp kiliseye doluşan Kıbrıslı Rumların sohbet konusu yeni müzakere sürecinde ‘gerçekten’ çözüm umudu olup olmadığıydı. Doğrusu, herkes iyimser ve umutluydu. Ben, bu türden spekülatif sorular üzerinde durmaktan ziyade, Mağusalı Kıbrıslı Rumların ne hissettiklerini merak ediyordum. Bir zamanlar yaşadıkları topraklarında şimdi birer ‘yabancı’ gibi dolaşıyorlardı ve İsa’nın acılarıyla kendi acılarının iç içe geçtiği çok barizdi.
Mağusalı Kıbrıslı Rumların ‘kuma saklı’ şehirleri Amohostos’u çok sevdikleri biliniyor. Mağusa’da doğan ve orada biraz yaşamış olan herkesin ilelebet Mağusalı kaldığı söyleniyor. Kıbrıs Sorununun çözümü konusunda diğer Kuzey göçmenlerinden daha istekli oldukları sır değil. Annan Planı referandumunda bunu açıkça göstermişlerdi. Pek çok kişi bunu Maraş’a döneceklerinin kesin olmasına bağlıyor. Ben bu açıklamanın eksik olduğunu düşünüyorum. Yarın çözüm olsa, Maraş’a dönecek olanlar arasında şehri yaşayan ve anılarında canlı tutanların sayısı oldukça azdır. Kırk bir yıl önce oradan ayrılmak zorunda kalan insanların büyük çoğunluğu artık hayatta değildir.
Bu yüzden Mağusalıların çözüm iradesini sadece buna bağlayamayız. Ne de sadece zengin Mağusalıların otellerine sahip çıkma arzusuyla anlatabiliriz bu durumu. Mağusa bölgesinin proleteri de çoktur. Bu şehir, modern zamanlarda burjuva kültürünü, milliyetçiliği ve solcu düşünceyi bünyesinde barındırıyordu. 1974’ten sonra kentin burjuvaları pragmatizmle tanıştı ve Glafkos Kliridis’in izinden giderek uzlaşmaya dayalı bir çözümü benimsedi. 1960’lı yılların günahlarının bilincine varıp nedamet getiren milliyetçiler de Nikos Samson ve Tassos Papadopullos gibi Mağusalılardan uzaklaştı. Solcuları ise geçmişe kıyasla daha enternasyonalist bir çizgiye kaymadıysa da Kıbrıslı Türklere daha yakın olmaya başladı.
Mağusalıların çözüme yatkın olmalarını bu sentezde aramak gerektiğini düşünüyorum. Yani, burjuva pragmatizmi, sol değerler ve geçmişten pişmanlık duyan milliyetçilerin harmanlamasından oluşan sentezde… Nitekim ayaküstü yaptığımız sohbetlerde herkes bir an önce çözüme gitmemiz gerektiğini söylüyor ve geçmişin hatalarının tekrarlanmamasını diliyordu. “Ben savaşta yaralandım, çocuklarım savaş görmesin” diyen bir yurttaşın gözlerinden yaşlar dökülüyordu.
‘Kutsal Cuma’ Mağusa’sında en çok dikkatimi çeken konulardan biri de barışsever, solcu Kıbrıslı Türklerin ortalıkta görünmemeleriydi. Siyasi partilerin Mağusa örgütlerinden bir tek kişi gelip Kıbrıslı Rumlara “Hoş Geldiniz” demedi. Doğrusu, bunu anlamakta güçlük çekiyorum. ‘Kıbrıs’ta Barış Engellenemez’ sloganıyla çözüm ve barış isteğini haykıran Kıbrıslı Türklerin, bu önemli gününde Mağusalı Kıbrıslı Rumların yanında yer almaları gerekmez miydi? Şükür ki, Mağusa İnisiyatifinin üyeleri oradaydı.
Gönüllerini Mağusalı şehirdaşlarına tereddütsüz açan İnisiyatif üyeleri, Kıbrıslı Rumların kendilerini iyi hissetmeleri için elinden geleni yapıyor, içten bir yakınlık sergiliyorlardı. Karşılıklı gönül almak ve yakınlık göstermek, yaralı insanlar diyarı Kıbrıs’ta çok önemlidir. Barışın herkese adalet dağıtmasının imkansız olduğu Kıbrıs koşullarında barışa giden yol biraz da gönül almaktan geçer.
Ayinden sonra Maraş’a bakan bir otelin terasından karanlığa gömülmüş hayalet şehri seyretmeye daldım. Zifiri karanlığın orta yerinde bir ışık cümbüşü dikkatimi çekti. “Bu ne” diye sorduğumda, orada askerlerin oturduğunu ve ölü kentte onlar için yaşamın devam ettiğini öğrendim. Tabii buna yaşam denirse… Kırk bir yıldır yaşamadan mahrum edilen bir yerde ‘hayalet bekçiliği’ yapmak hiç kolay olmasa gerek.
Sonra, kırk bir yıldır bu yere can katmak için siyasilerin rızasını bekleyen Kıbrıslı Rumları düşündüm. Aslında her ikisinin de emansipasyonu kentin yaşama dönmesinden geçer… Tıpkı, adanın bütün insanlarının özgürleşmesinin barıştan geçtiği gibi…
Kaynak: ‘Büyük Cuma’da Hüzün ve Umut Bir Aradaydı – Niyazi Kızılyürek