Aşk ve Kayıp Korkusu Üstüne
Aşk hayatınızı güzelleştirmek için değil, değiştirmek için vardır. Kendinizden kaçmak için gittiğiniz yer aşk değildir. Kendinizi aradığınız yerdir aşk. Tam da bu yüzden cesaret işidir. Şaraplar içmenizi gerektirir cesur şairlerin içtiğinden… Kendinizi kanatmanızı, yeniden yaratmanızı gerektirir… Olduğunuz yerde huzur ve rahata erişmek için “aşka” baş vuruyorsanız, bu sadece dünyanın ayağınıza gelip size hizmet etmesini istemek olur. Burada ne kendinizi aramak, ne de başkasını keşfetmek var ki, bu da “aşk dışında” olduğunuzu gösterir. Olsa olsa sıkıcı kendinizi başkasında eritmek istiyorsunuzdur, korktuğunuz hayattan kaçmak için sığınak arıyorsunuzdur.
Aşkın zorluğu sadece bireyi kendi kendine meydan okumaya zorlamasından değil. Açık ya da kapalı olarak “kayıp korkusunu” tetikliyor olmasındandır ki, bununla baş etmek hepsinden zordur. Çok aşık olduğumuz zamanlarda “seni kaybedersem yaşayamam” cümlesini sık sık tekrar etmemiz bundandır. Aşık olduğumuz kişinin hayatımızdaki önemini anlatmak için kurduğumuzu düşündüğümüz bu cümle aslında bizdeki kayıp korkusunun ifade eder. Nitekim “samimi” bir şarkıda bu korku şu sözlerle ifade edilir: “seni sevmekten değil, kaybetmekten korkarım…”
Fakat korkunun ecele faydası yok! İnsan yaşamı kayıplarla doludur. Dünyaya “fırlatılmış” ve ölümlü olduğunu bilen tek varlık olan insan ölüm yüzünden kaçınılmaz olarak kayıplar yaşar. Ölümle gelen kayıpla baş etmek ne kadar zorsa, aşkta yaşadığımız kayıpla baş etmek de bir o kadar zordur. Hatta daha zordur. Nitekim bilge bir deyişte bu durum şöyle anlatılır: “ölüm ile ayrılığı tartmışlar elli dirhem fazla geldi ayrılık…” Çünkü ölümün kaçınılmaz olduğunu biliyoruz, oysa ayrılık hain bir pusu gibidir. Bu yüzden, ayrılıkla gelen kayıp, ya da ayrılma ihtimali, korkudan ziyade kaygılarımızı tetikler.
Ölümle gelen kaybı yas tutarak telafi etmeye çalışırız. Kişi ancak yas yoluyla, yani, kaybını kabullenerek kendini kaybolan nesneden koparabilir. Bunu başaramadığımızda ve kendimizi kayıp nesneyle özdeşleştirmeye devam ettiğimizde melankoliye düşeriz. Bu aşık olduğumuz kişiyi kaybettiğimizde de böyledir. Fakat arada bir fark var. Ölüm karşısında çaresiziz. Kaçınılmaz olarak başımıza geleceğini biliyoruz. Bu somut bir durum olduğundan bizde korku yaratır ve bizi kayıpla baş etmeye zorlar. Oysa aşık olduğumuz kişiyi kaybetme, korkudan çok kaygıyı tetikler. Kaygı da nesnenin kaybının yaratacağı öngörülemeyen tehlikeden kaynaklanır. Buna “yaşam korkusu” da diyebiliriz. Dolayısıyla melankoli ile kaygı, kayıp karşısında gösterdiğimiz iki farklı tepkidir.
Kaygı, kaybın yaratacağı tehlikeden kaynaklanırken, melankoli kayıpla özdeşleşmeye devam ettiğimiz, kopamadığımız için ortaya çıkar. Çare, her iki durumda da acıya katlanmaktır. Başka yolu yok! Aksi halde nevrotik tepkiler gösterir ve/veya fantazinin yanılsamalı dünyasına dalarız ki, oradan da kabuslarla uyanırız. Özellikle bilinmeyen bir tehlikeye işaret eden nevrotik kaygı bizi fantazi alemine sürükleyebilir. Bir “hikaye”, ya da bir “aşk” uydurarak kendimizi dinginleştirmek isteyebiliriz. Fakat bir an gelir ve bu “yanılsamalı tedaviden” uyanırız. O zaman boşluğa düşer, hissizliğe kapılırız. Hem gerçekten aşık olacak -bu kendimizi değiştiren bir Olay yaşamak demektir- hem de kaybı göze alacak kadar gücü kendimizde bulmalıyız. Bu da acıya katlanabilmekten geçer. Aksi halde, adına “aşk” dediğimiz yanılsamalardan ve fantazi dünyasında dolaşarak yanılsamalı çareler aramaktan kurtulamayız.