Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra
15 Temmuz 1974 sabahı Yunan Cuntasının emriyle Makarios’un sarayına yürüyen tanklar sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı deviren bir darbenin araçları değildi. Kıbrıs’ı Yunanistan’ın nüfuz alanına alan yasa dışı bir dış müdahalenin ölüm araçlarıydı. Nitekim dönemin başbakanı Bülent Ecevit darbenin ilk gününden bunun Garantörlük anlaşmasını ihlal eden bir dış müdahale olduğunu söyledi ve Türkiye daha o gün, yani 15 Temmuz’da, adaya askeri müdahalede bulunmaya karar verdi.
Beş günde hazırlanabileceğini söyleyen Türk ordusu savaş hazırlıklarını sürdürürken, Ecevit Garantörlük anlaşması gereği İngiliz hükümeti ile temaslarda bulunmak üzere Londra’ya gitti. Türkiye İngiltere’ye iki öneri sundu: a)birlikte müdahale etmek, b) İngiliz üslerini kullanarak adaya tek başına müdahale etmek… Garantör İngiltere iki öneriyi de reddetti. Bülent Ecevit hem İngilizlerle hem de Amerikalılarla yaptığı görüşmelerde Türk tarafının askeri müdahaleden ne murat ettiğini açıkça dile getirdi.
Örneğin, İngilizlere anayasal hükümetin yeniden kurulmasını -ki bu ancak Makarios’un geri gelmesi veya anayasaya uygun olarak başka birinin seçilmesi ile mümkündü-, Milli Muhafız ordusunda görev yapan Yunanlı subayların adadan ayrılmasını ve Kıbrıs Türk toplumuna denize açılan güvenlikli bir koridor sağlanmasını istediğini söyledi.
Özellikle bu son nokta Türkiye’nin sadece bozulan anayasal düzeni geri getirmek için müdahale etmeyi düşünmediğini açıkça ortaya koyuyordu. Ecevit Londra’da ABD dışişleri bakan yardımcısı Joseph Sisco ile yaptığı görüşmelerde ise ‘iki geçici otonom idarenin kurulmasını’ ve bu idarelerle üç garantör ülkenin yapacağı bir anlaşmayla ‘yeni bir yasal statünün’ oluşturulmasını savunuyordu.
Ayrıca, Kıbrıslı Türklerin denize açılan yerleri olmasında ısrar ediyordu. Bu görüşmelerden de anlaşılacağı üzerine, Türkiye ta başından garantör ülke olarak bozulan düzeni yeniden tesis etmek yerine, yeni bir statü dayatmak için Kıbrıs’a müdahale etmeyi düşünüyordu. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisinde 20 Temmuz 1974 tarihinde yapılan gizli oturumda Başbakan Bülent Ecevit şöyle diyordu: “Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor.” Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel de “gücün gereği yeni bir nizamdan” söz ediyordu: “Bir yeni nizam kurulacaktır, bir yeni nizam kaçınılmazdır. Binaenaleyh, Türkiye bugün 1960 Kıbrıs Devletine hayatiyet veren Anlaşmaların şartlan içerisinde de kalamaz.”
Gerçekten de Türkiye yeni bir ‘nizam’ kurmak için planlı bir şekilde harekete geçecekti ve kurulacak yeni ‘nizam’ adanın bölünmesi esasına dayanacaktı. Bunun için de adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Rumların kovulması gerekiyordu. Kuşkusuz, bu yaklaşım, Yunan Cuntasına yapılan garantörlük anlaşmasını ihlal etme suçunun bizzat Türkiye tarafından da işlenmesi anlamına geliyordu.
Başpiskopos Makarios 19 Temmuz Cuma günü Güvenlik Konseyi’nde yaptığı ve Cuntayı Kıbrıs’ı işgal etmekle suçladığı konuşmasını bitirdiğinde, Kıbrıs’ta saatler gece 10.30’u gösteriyordu. Türkiye’nin adaya müdahalesi ise 20 Temmuz günü sabah saat 4.45’de başlayacaktı. Yani, Makarios’un konuşmasından tam 6 saat 15 dakika sonra… “Yeni bir Statü” dayatmak amacıyla 20 Temmuz günü başlayan askeri müdahale 22 Temmuz’da sağlanan ateşkesle durdu. Türk ordusu Kıbrıs’a çıkmıştı ama istenilen teritoryal ilerleme sağlanamamıştı. Ateşkesten yararlanarak yığınak yapmaya devam edildi.
Bu arada, Atina’da Yunan Cuntası devrildi ve ciddi bir devlet adamı olarak tanınan Konstantinos Kramanlis Paris’ten Atina’ya döndü. Kıbrıs’ta ise Nikos Samson görevi Kıbrıs Anayasasına uygun bir şekilde Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Kliridis’e devretti. Kliridis, 23 Temmuz 1974 tarihinde Rauf Denktaş’a Zürih ve Londra Anlaşmalarını olduğu gibi kabul ettiğini -hatta Türkler lehine iyileştirerek- uygulamaya hazır olduğunu bildirdi. Ne var ki, Türkiye artık “oralı” değildi. Adanın bölünmesini esas alan ‘çözümler’ peşindeydi.
Cenevre’de bir araya gelen garantör ülkeler ortak bir deklarasyon yayınladılar. Ortak açıklamada 8 Ağustos tarihinde Garantör ülkelerin yanı sıra iki toplumun temsilcilerinin de katılacağı görüşmelerin başlayacağına yer verildi. Bu görüşmelerde ele alınacak başlıca konular “anayasal düzene geri dönülmesi” ve “Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın 1960 anayasası çerçevesinde göreve geri dönmesi” olarak belirlendi. Ne var ki, “anayasal düzene geri dönülmesinden” söz edilirken, diğer yandan da Türk tarafının ısrarıyla açıklamaya giren bir cümle Türkiye’nin adada kurmak istediği “yeni nizamın” habercisi gibiydi.
Açıklamada yer alan “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde fiilen Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idare vardır” ifadesi, Türk tarafının federal bir çözüme yöneldiğinin en açık göstergesiydi. İkinci Cenevre görüşmelerinde Türk heyeti “ya coğrafi federasyonu dayatırız ya da savaşırız” havasındaydı. Nitekim dışişleri bakanı Turan Güneş her şeyden çok, konferansı nasıl “yıkacağını” düşünüyordu. Büyükelçi Ecmel Barutçu’nun da itiraf ettiği gibi, ‘Edebince bu konferansı nasıl yıkacaktı, soru buydu.’
Sonunda ‘Ayşe tatile gönderildi’ ve adanın doğusu ile batısına yürüyen Türk tankları ‘Atilla Hattını’ çiziverdi. On binlerce Kıbrıslı Rum evlerinden ve yerlerinden kovuldu. Hem uluslararası hukuk hem de Garantörlük anlaşması çiğnendi. Zafer sarhoşluğuna kapılan Türkiye milliyetçi bir delirium yaşıyordu. Türkiye ilk defa Misakı Milli sınırlarının dışına taşmıştı. Kıbrıs bundan böyle bir yandan Türkiye’nin büyük devlet tutkusunun sembolü haline getirilirken, diğer yandan da Türk iç politikasının dehlizlerinde kayboldu. Yenilen Kıbrıslı Rumlar da milliyetçi bir histeriye kapılmışlardı ama çaresizlikten… Adanın kuzeyine toplanan Kıbrıslı Türkler ise kısa süren ganimet sevincinin ardından statüsüz bir toplum olduklarını anlayacaklardı. Kırk yıl sonra hala statüsüz yaşamaya devam ediyorlar…. Türkiye’nin silah zoruyla ve hukuku çiğneyerek dayatmaya kalkıştığı yeni ‘nizam’, Kıbrıslı Türkleri de-jure bir statüye kavuşmaktan yoksun bıraktı.
Kıbrıslı Rumlar uğradıkları haksızlık karşısında ve kapıldıkları çaresizlik duygusuyla tepkisel bir topluma dönüşürken, Türkiye’nin elitleri ‘sonradan görme’ bir edayla, ele geçirdikleri toprakları ne yapacaklarını bilemediler. Kırk yıl sonra adaya yığınak yapmaya devam eden Türkiye, artık sadece askeri yığınakla yetinmiyor. Nüfusu ve sermayesiyle Kıbrıs’ın kuzeyine bir vilayetiymiş gibi yerleşiyor. Kıbrıslı Rumlar ise ellerinde kalan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sarılarak bir mucizenin gerçekleşmesini bekliyorlar ve kırk yıl daha dayanacaklarını söylüyorlar.
Kıbrıslı Türklere gelince. Mucize filan beklemiyorlar. Türkiye’nin bir alt yönetimi olarak yaşamaya mahkum olduklarını biliyorlar ve kaderlerine boyun eğiyorlar. Yine de Kıbrıslı Rumlarla Türkiye arasında oluşan ‘denge-oyununu’ bozacak biri varsa onlar da Kıbrıslı Türklerdir. Yeter ki, bunun bilincine varsınlar…