Sınırlar ve Yurt Sevgisi Üstüne
Sevgili Maya’ya ithaf
Bu yazıyı ilk defa sekiz yıl önce Ağustos ayında Yenidüzen’deki köşemde yayınlamıştım. Maya’nın sekizinci yaş gününe yaklaştığı bu günlerde affınıza sığınarak yazıyı çok küçük değişikliklerle yeniden yayınlıyorum.
“Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan, yurt sevgisini dünya üzerinde tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan, sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.” 12.yüzyılda yaşamış keşiş St. Victor’lu Hugo’nun bu sözlerini asırlar sonra Nazi Almanyası’ndan kaçarak Türkiye’ye sığınan edebiyat pröfösörü Erich Auerbach milli ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için bir model olarak değerlendirmişti. “Milli ya da bölgesel sınırları aşmak”, elbette bir zihniyet sorunudur, ancak bu soyut bir egsersizle elde edilen bir meziyet olmadığı gibi, oldukça zor bir iştir. Çünkü “milli ya da bölgesel sınırlar” insanları rahatlatıyor, varoluşsal acılarına, yanılsama yoluyla olsa da, çarpıkça tedaviler sunarlar. Milli ya da bölgesel sınırlar, evimizin kapısına benziyor. Kapıyı kapattık mı, bütün kötülükleri dışarda bıraktığımıza inanıyoruz ve bu yanılsama üzerine huzur bina ediyoruz. Oysa zenginleştirici olan “kendini dışarıya kapatmaktır.” Ne var ki, bu, şairane ve ilginç bir serüven içerse de, koruyucu zırhlardan arınmak demektir ki, kolay baş edilir bir durum değildir.
Milliyetçiliğin bu kadar güçlü bir ideoloji olmasının arkasında moderniteyle birlikte sarsılan ait olma duygusuna karşı “çareler” üretmesidir. Bir yere ait olmak ihtiyacı, bir ulusa ait olduğumuzu zannederek giderilebilir. Kendimizi geniş bir kitlenin parçası sayarak varoluş acısını, hatta ölüm korkusunu bile bir nebze hafifletebiliriz. Ünlü deyiştir, “kalabalıkta ölüm bile tatlıdır”. Ancak bunun da başka türlü bedelleri vardır. Ait olduğun yerin “en iyi yer” olduğunu düşünmek, insanı zihinsel bakımdan “fakir” kılar. Farklılık ve başkalık karşısında ürkekliğe kapılmak gibi çeşitli tepkisellikler yaratır. Bilmediğimiz, tanımadığımız yaşam tarzlarına karşı önyargılı olmamıza yol açar. Bu saydıklarım “zarar hanesinin” sadece en hafif kalemleridir. Milli ya da bölgesel sınırların parçası olmak, bu sınırların dışında kalanları “tehdit”, hatta giderek “düşman” olarak görmeye ve kendimizde “onları” yok etme “hakkını” bulmaya kadar götürebilir.
Kıbrıs’ta yaşayan insanların büyük çoğunluğu, ister Kıbrıslı Rum ister Kıbrıslı Türk olsun, daha “yolun başındadır”. Onlar, memeleketlerini “güzel” buluyorlar. Ancak önemli bir kısmı henüz yolun başına bile gelmemiştir. Onlara göre, Kıbrıs “dünyanın en güzel memleketidir”. Kıbrıs Rum ağzıyla, “San tin Kipro den eşi” (Kıbrıs gibisi yoktur), çok sık işittiğimiz bir tümcedir. Yurt sevgisini dünyada tek bir noktaya yoğunlaştırmak anlaşılır bir duygudur. İnsanların büyük çoğunluğu zaten böyle yapıyor. Ancak o noktanın dünyanın “en güzel noktası” olduğunu söylemek biraz fazla iddialı olmakla kalmıyor, içinde çeşitli çarpıtmalar da barındırıyor: farklı olana karşı ilgisizlik, başka coğrafyalara karşı kayıtsızlık ve en tehlikelisi, bilmemezlikten kaynaklanan kendini beğenme duygusu. Böyle bir yaklaşım sonuç olarak kendimizi tanımayı engelleyen bir noktaya varır. Başka insan ve toplumların deneyimlerine karşı ilgisiz kaldığınız zaman, kendimizi her alanda “istisna” sayarız. Kendi yaşam tarzımızı “en iyi yaşam tarzı” bulduğunuz gibi, başımıza gelen kötü şeyleri bize yapılmış özel bir “haksızlık” olarak algılamaya başlarız. Bu yanlış algıyı izah etmek için de daha büyük hatalara soyunuruz. Bütün dünyanın “bizi kıskandığını” ve bizi “düşman” olarak gördüğünü söylemeye başlarız. Böylece zihinsel kapılarımızı kapatmış oluruz ve bunun sonucunda da “en güzel” dediğimiz o diyar, zihinsel olarak sefil bir diyara dönüşür. Bilincimiz Nazım Hikmet’in “köylünün bilinci, tarlasının sınırlarıyla sınırlıdır” deyişindeki gibi, milli ve bölgesel sınırlarla sınırlı kalır. Hep bir ağızdan, “san tin Kipro den eşi” diyen korolara katılır, ya da, aynı anlama gelmek üzere, “havasına, suyuna, taşına, toprağına….” deriz. Okuyucuların affına sığınarak, bu yazıyı, Maya’ya “hoş geldin” diyerek bitirmek istiyorum. Umarım, sen kendini bütün bunlardan koruyabilirsin Maya ve şairin dediği gibi yapıp “kendini denize atar ve gidebildiğin yere kadar gidersin…”