Irkçılığa Dair Bazı Gözlemler
Geçtiğimiz haftalarda Avrupa Birliği Komisyonu başkanlığına atanan Ursula von der Leyen’in, “Avrupa Yaşam Biçimini Koruma” komiserliği kurması, epeyce tepki çekmişti. Bu konuyu yönetmekle görevlendirilen Yunanlı Komiser Shinas, dinleme seansları esnasında zor durumlara düşmüştü. Benim de içinde yer aldığım pek çok Avrupa parlamenteri, böyle bir başlık altında komiserlik kurulmasının kültürel ırkçılığı teşvik edeceğini dile getirmiş, bunun halihazırda Avrupa’da yaygın bir sorun olduğunu ifade etmişti.
Ursula von Leyen’in yeni komisyonun çalışmaları başlamadan önce bu başlığı değiştirip değiştirmeyeceğini bilmiyoruz ama milletvekillerinin çoğunun iradesi bu yöndedir.
Biz parlamentoda bu konuyu tartıştığımız günlerde, Kıbrıs’ta yaygın olan ırkçılık olgusunun vardığı çirkin noktayı gösteren haberler geldi. Bir okul müdürü, başı bağlı olduğu için bir kız öğrenciyi okuldan kovmuştu. Başka bir vakıa da, iki Kıbrıslı Rum kadının yabancı bir kadına karşı kullandığı aşağılayıcı sözlerdi.
Evet, ırkçılık her yerdedir ve giderek maalesef daha yaygın hale geliyor. Bu elbette yeni bir olgu değildir ama modern zamanlarda daha beter bir hal almıştır.
Konuya biraz daha derinlemesine bakmakta yarar vardır.
Jean Paul Sartre, “Yahudi Sorununa Dair Gözlemler” başlıklı makalesinde, Fransa’da Yahudilere karşı duyulan nefreti anlatırken, bazı erkeklerin sevgililerinin Yahudi olduğunu öğrenince cinsel iktidar sorunu yaşamaya başladıklarını, oysa kadınların Yahudi olduğunu bilmeden önce, o kadınlara aşık olabildiklerini yazar. Bundan da şu sonucu çıkarır: Yahudilere karşı duyulan iğrenme duygusu “organik” değil. Öyle olsaydı, Yahudi olduğunu bilmeden önce aşık oldukları kadınlardan rahatsızlık duymaları gerekiyordu. Oysa Yahudi olduğunu öğrendikten sonra fiziksel bir rahatsızlık duyuyorlar.
Sartre’a göre, bu iğrenme hali, histeri gibi, ruhtan/akıldan girip vücuda kök salacak kadar güçlü bir duygudur ve Yahudilerle yaşanan somut deneyimlerle hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine somut deneyimleri çarpıtan bir olgudur bu.
Kısacası, Yahudi düşmanlarının antisemitizmi Yahudilerle yaşanan somut deneyimlerden kaynaklamıyor. Antisemitizm seçilmiş bir tavırdır, bir tür tercihtir. Bu bağlamda kullanılan “tarihsel” argümanların tarihle bir ilgisi yoktur. Sartre, “Yahudilere dair üretilen fikirler tarihi belirler, somut tarihsel olaylar fikirleri değil” der. Yani, Yahudi düşmanının kafasındaki “Yahudi” resmini antisemitin kendisi çizer. Bunun somut Yahudilerle bir ilgisi yoktur.
Sartre, Yahudi’yi kuran antisemitin bakışı (fikri) olduğunu anlatır. Başkasının bakışına maruz kalmanın yabancı bir dünyada insanı bir gölge gibi izleyen bir bakışa mıhlanıp kalmak, o bakışı içselleştirmek anlamına geldiğini söyler: “Kendimi görürüm, çünkü biri beni görüyordur. Sırrımı ele geçirmiş, beni düşman bir dünyanın orta yerinde savunmasız, incinebilir, çırılçıplak bırakmıştır.”
İnsanın kendisine giden yolun başkalarından geçtiği bilinen bir gerçektir. İnsan, başkaları olmadan “kendisi” olamaz. Bu yaklaşım, insanın başkaları tarafından tanınmaya/onanmaya gereksinim duyduğunu, başka türlü var olamayacağı anlayışından hareketle, insanın sürekli olarak tanınma arayışı içinde olduğuna işaret eder. Böyle olunca da başkalarının ne düşündüğü, nasıl bakıp ne gördüğü varoluşsal bir boyut kazanır. Jean Paul Sartre tam da bu noktadan hareket ederek başkalarının “nesneleştiren bakışından” söz eder. “Özne-Ötekinin” bakışının “Nesne-Ben” yarattığını belirten Sartre, “Beni belirleyenin “Ötekinin” bakışı olduğunu ileri sürer. “Yahudi’nin antisemitlerin nesneleştiren bakışıyla kurgulandığını” ve “bu kurgudan başka bir ‘köke’ sahip olmadığını” belirtir. Tıpkı siyah insanı “nesneleştiren” beyaz insan gibi.
Buradan çıkış, Franz Fanon’un da belirttiği gibi, “beyazların tapınağına kabul edilme peşinde koşmakla” olmaz. Sartre, “nesneleştiren bakışın etkisinden kurtulmak ve “nesne” statüsünden çıkabilmek için “Benin” de “Ötekine” bakması gerektiğini ileri sürer. Nitekim bu yaklaşımını sömürgecilik bağlamında ele alan bir yazısında Fransız halkına şöyle seslenir: “Görülmenin ne demek olduğunu sizin de hissetmenizi istiyorum. Çünkü beyaz insan üç bin yıldır görülmeden görme ayrıcalığına sahiptir.”
Evet, ırkçılığı daha çok görülmeden görenler üretiyor ki, bu da iktidar ve sınıf yapılarından bağımsız değildir.
Bu noktada şu soruyu sormak ilginç olabilir: Kıbrıslı Türkler nasıl görüyor ve nasıl görülüyorlar?
Bu da başka bir yazının konusu olsun…