Geçmişle Yüzleşmek
Almanya Şansölyesi Willy Brandt’ın Polonya ziyareti esnasında Nazi kurbanlarının anısına dikilen anıtın önünde diz çöküp Alman halkı adına özür dilemesinin üstünden neredeyse yarım asır geçti. O günden bugüne birçok ülkede geçmişle yüzleşme ve özür dileme örnekleri yaşandı. Avustralya’nın Aborjinlerden, Büyük Britanya’nın ‘Kanlı Pazar’ nedeniyle İrlandalılardan, Bulgaristan’ın Türkiye’den, Sırbistan’ın Bosnalılardan özür dilemesi aklıma gelen ilk örneklerdir.
Dünya’da giderek daha hassas bir konu haline gelen geçmişle yüzleşme, özür dileme ve bağışlama konularının önemini vurgulamak için Güney Afrika Adalet bakanı “Hakikat ve Barışma Komisyonu” kurulurken şöyle demişti: “Barışmak cezadan muaf tutma ve bir af etme meselesi olarak görülemez. Bu anlayış, geçmişi geçip gitmiş, olmuş bitmiş sayan bir anlayıştır. Oysa geçmişin yaralarının sarılabilmesi için hakikati ortaya çıkarmak ve olup biteni kabul etmek temel bir gerekliliktir.”
Bernhard Schlink de geçmişle yüzleşmenin önemini şu sözlerle anlatır: “her ne kadar geçmişte yaşananlardan dolayı yeni kuşakları sorumlu tutamazsak da, eski suçların yeni kuşaklara devredildiği bir yer vardır. Bir toplumun üyeleri geçmişte işlenen suçları açığa çıkarıp kabul etmezlerse, kendi toplumunun üyesi olan suçluları bağırlarına basıp korurlarsa, o zaman suça ortak olurlar. Suç, yeni kuşakları bekliyor demektir, ta ki bunu kabul edip kınayana kadar.
Suçtan arınmak ancak o zaman mümkün olur.” Gerçekten de geçmişte işlenen suçları kınamadan suçtan arınmamız mümkün değildir. Ayrıca, yüzleşme sadece geçmişi ilgilendiren bir konu değildir. Günümüzü yönlendiren hâkim söylemleri yapı-bozumuna uğratmak için de gereklidir. ‘Gerçek iktidarların geçmişi denetleyen iktidarlar’ olduğundan hareket edersek, geçmişe nasıl baktığımız, oradan günümüze neleri aktardığımız, ya da hâkim güçlerin geçmişten seçip “tarih” diye önümüze koyduklarına karşı itiraz edip etmediğimiz büyük önem taşıyor. Geçmiş okumalarının Walter Benjamin’in dediği gibi, “kuralları hâkim sınıfların koyduğu bir arenada gerçekleştiğini”, yani iktidarların bize dayattığı bir kurgu olduğunu akıllardan çıkarmamalıyız. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi, bu sadece geçmişi ilgilendiren bir konu değildir.
Gelecek tahayyülümüzle doğrudan ilgilidir. Tam da bu yüzden Walter Benjamin geçmişi ya da geçmiş algısını “değiştirmeyi” çok önemsiyordu. Benjamin, bize öğretilen geçmişin galiplerin, hâkim sınıfların, kısaca, iktidarların yarattığı bir geçmiş algısı olduğunu ve özgürleşmek için geriye bakarak geçmişi ‘değiştirmemiz’ gerektiğini söylüyordu. Bununla söylemek istediği, geçmişte olup biten olayları tersine çevirebileceğimiz değildir elbette. Benjamin, geçmişe yüklenen anlamı, dolayısıyla da geçmiş algımızı değiştirebileceğimizi kastediyordu. Geçmişin anlamını değiştirmek, geçmişte yaşanan haksızlıkları ve acıları suskunluğa mahkûm edilmekten kurtarmak ve şimdiki zaman içinde saklı duran dönüştürücü potansiyeli yakalamak anlamına gelmektedir. Benjamin bu noktadan hareket ederek, “geçmiş kuşaklar ile aramızda üstü örtülü bir anlaşma” olduğundan ve “geçmişin üzerimizde hak iddia ettiğinden” söz eder.
Ülkemiz Kıbrıs’ta ne yazık ki bugüne kadar geçmişle hesaplaşma ve özür dileme gündeme gelmedi. Bu bir yana, yaşanan etnik ve siyasi şiddetten ötürü hiç kimse yargı önüne çıkarılmadı. Hiç kimse yargılanmadı. Geçmişle yüzleşmediğimiz gibi, bu konu hala tabu sayılıyor. Her iki toplum da mağdur olduğuna inanıyor. Fail olabilecekleri hiç akıllarına gelmiyor. Hafızalarda sadece kendilerinin mağdur oldukları yer etmiş. Böyle olunca da hiç kimse hiç bir şey için kendini suçlu hissetmiyor. Oysa Suçluluk duymak, yüzümüzün biraz kızarması, geçmişle yüzleşmede çok önemli olduğu gibi, geleceğe dönük çözüm arayışlarında da önemli bir rol oynar. ‘Onarıcı-Suçluluk’ uzlaşmaya dayalı çözüm arayışlarında olmazsa olmaz bir unsurdur. Ne var ki biz hala ne kötü anıları bir taraf kaldırabiliyoruz, ne de bunlarla yüzleşebiliyoruz. Bu yüzden de Agamben’in İtalya için söyledikleri bizim için de geçerlidir: “Hatırlamamız gerektiğinde unutmaya çalışıyor, unutmayı bilmemiz gerektiğinde de hatırlamaya mecbur bırakılıyoruz.”