Sınırsız Hırslar Ülkesi
Modern toplumların bir özelliği de bir yandan bireylerin hırs ve arzularını teşvik etmeleri, diğer yandan da bu duyguları belli sınırlar içinde tutacak bir düzen kurmalarıdır. Bu durum eşitlik ilkesinin ikircikli doğasından kaynaklanıyor. Modern dünyayı kuran Amerika ve Fransız Devrimlerinin temel şiarlarından biri olan eşitlik ilkesi monarşilerde hüküm süren aristokratların üstünlüğüne son verip yurttaşları yasalar önünde eşit kıldı ama bu hiç bir zaman herkesin eşit olduğu anlamına gelmez. Sınıflar ve bireyler arasında her zaman çok büyük eşitsizlikler var olagelmiştir. Fakat monarşilerden farklı olarak, modern toplumlarda bireyler arasındaki eşitsizlikler önceden belirlenmiş, değişmeyen bir koşul değildir. Toplumsal hareketlilik sayesinde sınıf atlama bir imkan olarak iyi kötü vardır. Bu yüzden gelişmiş kapitalist demokrasilerde “fırsat eşitliği” önemli bir yer tutar. Bu da bireysel hırslarla fırsatlar arasında belli bir ölçüye kadar bir denge kurulmasını sağlar. Ünlü Fransız düşünür Tocquveille’e göre demokrasilerde, özellikle ABD’de, kariyer yapmak, toplumsal statü açısından yükselmek veya ekonomik yükseliş büyük çabalar ve zahmetler sonrasında elde edildiğinden, bireylerin arzuları ve hırsları araçlar ve fırsatlarla bir denge içinde şekillenir. Bu yüzden de büyük hayal kırıklıkları yaşanılmaz. Başka türlü söylersek, herkes haddini, yani, hırslarının sınırlarını bilir. Örneğin cumhurbaşkanı olmak her yurttaşın hakkıdır ama fırsatlar ve araçların buna el vermediğini bilen bir birey cumhurbaşkanı olmadığı için hayal kırıklığına kapılmaz.
Bazı toplumlarda veya bazı dönemlerde bazı kesimlerin hırsları sınırsız olabiliyor. Bunun nedenlerini geleneksel toplumdan modern topluma geçiş süreçlerinde aramak gerekiyor. Tocquveille Devrim Fransa’sını buna örnek gösterir. Fransız İhtilali ile aristokrat bir rejimden cumhuriyete geçilmiştir ama demokrasinin kurumları ve koşulları henüz oluşmadığından demokratik düzenin kurulmasında önemli sorunlar yaşanmıştır. Artık tarihe karışmış olan Kemalist Türkiye’nin kuruluşunu da bu örnekler arasında gösterebiliriz. Bu tür toplumlarda eşitliğe kavuşan muktedir bireyler aristokrasinin ölçüsüz hırslarını devralır ve kendi aralarında eşitlik değil eşitlikçilik uygular. Eşitlikçilik anlayışından hareketle muktedir bireyler ölçüsüz hırslara kapılırlar ve çabuk yükselme, başkalarına özenme gibi insani hırslarını ölçüsüzce ortaya koymaktan çekinmezler.
Kıbrıs Türk toplumunun modern bir toplum olarak kuruluşuna baktığımız zaman, eşitlik ve özgürlük gibi taleplerle karşılaşmayız. Daha çok, pre-modern bir cemaatin tehdit unsuru olarak gördüğü daha güçlü bir etnik grup karşısında korunmaya alınmak istediğini görürüz. 1974 Kıbrıs Savaşı Kıbrıs Türk toplumuna bu imkanı verir. Savaş coğrafi bir alanı temizler ve Kıbrıslı Türkleri buraya toplayarak siyasi bir alan açmalarını sağlar. Kuruluşunda hiç bir demokratik duyarlılık olmayan bu siyasi alan içinde yer alan bireyler, muktedirler dahil -ki aslında muktedir olan yoktur-, bulundukları yerleri ve konumları üstün bir kuvvete borçlu olduklarını bilirler. Kendilerinin dışında üsttün bir kuvvettin yarattığı bu düzende hiç kimse kimseden üstün olamaz veya sayılamaz. Herkes iktidarsız olduğu gibi, bütün payeler, kazanımlar, statüler, hatta tarla ve bahçeler vs. kısacası her şey, üstün bir kuvvet ve şiddetin yarattığı fırsatlar sonucunda elde edilmiştir. Arkalarında uzun zamana yayılan yorucu çabalar, yetenekli işler, zahmetli uğraşlar, rekabetler, kısacası emek olmadan elde edilen bu kazanımların bir sonucu da aşırı eşitlikçi bir anlayışın toplumsal mantaliteye damgasını vurması olmuştur. Bu düzende hırslar ve arzular sınırsızdır. Hırsları ve arzuları fırsatlarla ve yeteneklerle bir denge içinde tutacak iç koşullar ve kurumlar yoktur. Tek sınır, bu düzeni yaratan kuvvetin koyduğu sınırdır. Pantheon’un gökyüzüne değil ama yeryüzüne açılan Oculus’undan, yani, yukardan seyreden bu gözün/gücün altında yaşayan bireyler hırs ve arzularını gözetleyen gözün koşullarını gözeterek sınırsızca ortaya koyabilirler. Bu düzende herkes her şeye layık olduğu gibi, hiç kimse hiç kimseyi hiç bir yere layık görmüyor. İçeriden üretilen güç ve iktidar ve ayrıştırıcı mekanizmalar olmadığı gibi, hiç bir ölçü ve sınır da yoktur. Hırslara vurulan tek sınır ancak yukarıdaki erişilmez üsttün kuvvetin çizdiği sınırlardır. Bu sınırlar içinde kalan herkes arzu ve hırslarını istediği gibi tatmin etme yolunu seçebilir. Kısacası, ne bireylerin hırslarını belli ölçülerde sisteme entegre eden demokratik bir düzen, ne sadece muktedirlerin hırslarını hayata geçiren aristokratik bir durum, ne de bireylerin egemenliklerini devrettikleri Leviathan söz konusudur. Üsttün kuvvetin gözü ve denetimi altında herkes her şey olabilir. Bu da hırsların en yakınımızdakilere yönelmesine yol açar. Günümüz Kıbrıs Türk toplumunda bireylerin hırslarına kapılarak kolayca anthropofagos olmaları bundandır.
Siyasi hırslarının peşinde koşanların ölçüsüzlüğünü ise ölçmek mümkün değildir. Gerçekte iktidarsız olduklarını bildikleri için kuvvet ve iktidar hırslarını en yakınlarındakilerden başlayarak herkesin üzerinde iktidar kurma hevesi olarak dışa vururlar. Sınırsız hırsların çarpıştığı böyle bir yerde özneler arası diyalog kurmak ve iletişimsel rasyonalite sayesinde başlıca konularda konsensüs sağlamak mümkün olmadığı için -çünkü ne buna imkan tanıyan yapılar vardır, ne de özerk bireyler- gerçek anlamda bir iletişim ortamından da söz edilemez. Sonuç olarak, imkanlarla uyumlu olup olmadığına bakılmayan hırsların peşinden koşan ve hiç kimse ile iletişim kuramayan bireylerin oluşturduğu bir topluluk ile siyasi söylemi “kim nerede, ne yapıyor” paparazziliğine hapseden siyasilerin cirit attığı bir ortamla karşı karşıya kalıyoruz…