Garaz ve Hınç Kültürü Üstüne
Friederich Nietzche Hıristiyan ahlakını “köle ahlakı”, yani “aşağı” ve “küçük insanların ahlakı” olarak yerden yere vururken, Fransızcadaki “ressentiment” kavramına başvuruyor. “Ressentiment”, Türkçeye “hınç” olarak çevrilse de, hınç sözcüğünden çok daha derin anlamlarda kullanılıyor. Kıskançlık, garaz, güçlü kişileri ve değerleri değersizleştirme eğilimi içinde olan hınç-insanı “köle ahlaklı” insandır. Hınç-insanı dürüst, açık ve şeffaf değil. Tenha yerleri, gizli yolları, arka kapıları, kısacası gizli-saklı şeyleri sever. Saf olmadığı gibi, son derece kurnazdır da. Kendi güvenliği, çıkarları, kısacası hayat-ı idame etmesi her şeyden önce gelir. Yerine göre, sessiz kalmayı, beklemeyi ve unutmayı bilir. Hınç-insanı için kurnaz ve hesaplı olmak varlığının en önemli koşuludur. Kıskançlık ve intikam hırsı onun için normdur. Hınç-insanı kendini “kötü öteki” üzerinden tanımlar. Böyle biri yoksa onu yaratır, çünkü ancak o zaman kendisinin “iyi ve değerli biri” olduğuna inanır. Nietzche’ye göre tepkisellik ve hınç modern dünyanın “kültür enstrümanları” haline geldiği için –ki bunu Hıristiyanlık yapıyor- modern insan “evcil hayvana” dönüşmüştür. Avrupalı olsun olmasın, bütün insanlığı gerilemeye iten bu hınç kültürüdür. Max Scheler, “Ressentiment” adlı kitabında Nietzche’ye karşı eleştiri getirirken, bir yandan da hınç kavramını daha da derinleştirerek incelemeye alır. Scheler için hınç Hıristiyan dininin ürettiği “köle ahlakı” ile ilgili değil, modern zamanların siyaseten ve görünüş itibarıyla eşit saydığı ama toplumsal eşitsizliklere mahkûm ettiği insanların kaçınılmaz duygu dünyasıdır. Kendilerini ötekilerine eşit sayan ve onlarla kıyaslayan insanlar, gerçekte eşit olmadıklarını anlayınca, kin, öfke, garaz ve hınç duygusuna kapılırlar. Layık olmadıkları bir konuma itildiklerini, “tıkanıp engellendiklerini” düşündüklerinden, sahip olmak istedikleri değerlere sahip olanlara karşı hınç duygusuna kapılırlar. O kişilerle birlikte sahip oldukları değerleri de değersizleştirmeye koyulurlar. Bu yüzden Max Scheler hınç kavramını “küçümseyici, değersizleştirici garaz” olarak tanımlar. Kızgınlık, garaz, intikam isteği ve haset gibi duyguların varlığı ille de hınç olarak değerlendirilemez. Hatta kendi başına değersizleştirme, kötüleme ve haset de hınç sayılmaz. Hınç duygusunun oluşması için bu duyguları ifade edemeyecek kadar iktidarsızlık, acizlik ve tıkanma halinin ortaya çıkması gerekiyor. Siyasi eşitlik ile toplumsal eşitsizliğin, maddi varlıkla siyasal güçsüzlüğün hüküm sürdüğü ortamlarda hınç duygusunun kabarması kaçınılmaz olur. Aynı şekilde, beklenti ve hırsların imkânlardan daha ileride olduğu durumlarda hınç duygusu güçlenir.
Buraya kadar yazdıklarımızdan “değersizleştirici garazın” modern zamanların kaçınılmaz bir özelliği olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Fakat Kıbrıs Türk toplumuna baktığımız zaman, bu genel ve evrensel durumun ötesinde kendine özgü nedenlerle de hınç duygusunun üretildiğini söyleyebiliriz. Bunları “Kıbrıs Türk Toplumunun Sosyolojik yapısı” ve “Kıbrıs Sorununun Yarattığı Durum” diyerek iki ayrı başlık altında ele alabiliriz. Kıbrıslı Türkleri “toplum” kavramından çok “cemaat” kavramı ile tanımlayabiliriz. Ve her cemaat gibi, görünüşte Kıbrıslı Türkler de “eşitlikçi” bir topluluk oluşturuyor. Cemaatin algısında herkes “aynıdır” ve “aynı değere” sahiptir. Herkes kendini her yere ve her mevkie layık görüyor ve herkesle kıyaslama hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Fakat imkânların kıtlığından ve var olan eşitsizliklerden ötürü gerçek hayatta herkes bir biçimde “tıkanmış” ve “engellenmiştir”. Hiç kimse olması gerektiği yerde olduğunu düşünmez. İşte hınç veya “küçümseyici garaz” bu noktada başlıyor. “O kim ki…” diye kurulan cümlelerle herkes herkesi aşağıya çekmek istiyor. “O da bir şey mi” denilerek bütün değerler değersizleştiriliyor. Kısacası, kedinin uzanamadığı ciğere “mundar” demesi gibi bir durum hâsıl oluyor. Bu değersizleştirmenin bir sonucunda “hiç kimsenin kendi köyünde peygamber olmadığı” bir durum ortaya çıkıyor. Kıbrıs Türk toplumunda çok eskilere uzanan bu durum, bir zamanlar “Kıbrıs Hastalığı” olarak adlandırılıyordu. Çekememezlik, kıskançlık ve garaz üretmek olarak tanımlanan “Kıbrıs Hastalığı” aslında günümüze kadar devam eden sosyolojik bir olgudur. Farklılaşmaya tahammülü olmayan, farklılaşmayı sorun olarak gören cemaat üyelerinde “birbirine benzemek”, “aynı” ve “aynı değerde” olmak saplantısı garaza yol açıyor. Kendini gerçekleştirme açısından imkânların sınırlı olması durumu daha da kötüleştiriyor. Bu noktada Kıbrıs Sorunu da önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Kıbrıslı Türkler için Kıbrıs Sorunun “Tıkanma” ve “Engelleme” yarattığı aşikârdır. Karşıda Kıbrıs Rum toplumu, yukarıda ise Türkiye faktörü vardır. Bu iki aktör arasına sıkışmış Kıbrıslı Türkler çaresizlik, acizlik ve iktidarsızlık duygusu içindedirler. Bu “iktidarsızlık bilinci” veya içine sürüklenen durumdan çıkılamayacağı duygusu ise toplumu tam bir hınç toplumuna dönüştürüyor.